05 Mart 2016

"Beş kilo kemik, bu senin baban"

Ağıtım oluyor benim Cizre....

Cizre!

İsmi, bugünlerde dillerde hep acıya çalan şehir.

Bugünler kara günler.

Kapkara günler.

Cizre’de bir süredir, adına demokrasi denilen komediye bir kulp bulup rafa kaldırmışlardı.

Güya, demokrasi şimdi raftan indi.

Cizre’de 79 günün sonunda sokağa çıkma yasağı sona erdi!

Hangi çağın vebasıdır adı konulmamış bu zalimlik
 

Artık sonu kestirilemeyen kanlı, karanlık bir dönemin girdabındayız.

Nasıl türemiştir, hangi çağın vebasıdır adı konulmamış bu zalimlik, bundan böyle önemi yok.

Seni bir gecede aldıkları bir kararla evinden, barkından, yurdundan uzaklaştırıyorlar.

Terk-i diyar eyliyorsun.

Emeğinle, alın terinle, göz nurunla kurduğun bir hayattan bir anda, alıp başını gitmek zorunda kalıyorsun.

Komşu ilçelerin, köylerin, tanımadığın insanların evlerine sığınıyorsun.

Şehrinin tepelerine tanklar, sokaklarına zırhlı araçlar, kapına maskeli adamlar diziyorlar.

Ne bir arama kararı, ne savcılık izni, ne de içeri girmek için müsaadeye gerek duyuyorlar.

Hakkın, adaletin, vicdanın bir hükmü yok artık!

Burası göze ırak, gönle ırak, Tanrının bile görmediği bir dünya.

Burası başka bir coğrafya, başka bir dünyanın insanları bunlar.

Balyozlarla kırıyorlar kapılarını.

Gerisi bir muamma…

Burada insanın, onun teninin, nefesinin, acılarının, sevinçlerinin ve kederlerinin zerre kadar önemi yok!

Burada, göstermelik bile olsa işlemiyor adalet, hukuk, siyaset...
 

Gittik baktık, beş kilo kemikti
 

Cizre’de yasak kalktı.

Güya kalktı ama şehre giriş hala yasak.

Ancak 79. gününde insanlara, geride bıraktıklarını görmelerine sınırlı bir şekilde izin veriyorlar.

Sadece yarım gün; geceleri Cizre hala yasak şehir.

Cizre’yi görüntülerden izliyorum.

Uzun araç konvoyları bekliyor yollarda.

Şehre araç girişine hala izin yok!

Kimlik kontrolüyle, yürüyerek giriyorlar Cizreliler şehirlerine.

Yüzlerinde onları bekleyen tarifi imkânsız bir acının ızdırabı.

Gelenler bildik bir mekâna yöneliyorlar; adını artık bir vahşetten almış o bodrum katlarına…

Sanki bir cehennem çukuruna iniyorlar insanlar; her taraf kara, delik deşik, harabe; her yan demir, beton, barut…

Yüzler…

Nasıl anlatmalı o yüzleri, bilmem?

Nasıl not düşmeli yarınlara, o yüzlerde asılı, ölüm gibi duran sessizliği?

Hangi sözcüklerle anlatmalı yağ olmuş, yanmış ceset parçalarının, yüzlerdeki donuk yüzlü çaresizliğini?

*  *  *

Kalabalığın içinde yağız bir delikanlı duruyor.

Yıkıntıların arasında konuşmaya çalışıyor.

Kelimeler boğazında düğüm düğüm.

 “Babam” diyor, “babam.

Yüzü, Cizre’nin yıkık duvarlı gibi harap.

Başlıyor anlatmaya:

Haber verdiler, 60 kişi yanmış halde. Biz önce inanmadık. Sonra DNA örneği verdik.”

Bir kadının zalime, feveran eden sesi giriyor araya, devam ediyor delikanlı:

"Gittik baktık, beş kilo kemikti" diyor.

Yutkunuyor...

"Dediler, bu senin baban"
 

Ağıtım oluyor benim Cizre
 

Biraz ileride, yıkıntılar arasında iki kadın.

Evlerini görmek için gelmişler.

Oysaki yerinde yeller esiyor evlerinin.

Ateşe, dumana, ölüme bulanmış yeller.

Geride, yalnızca bir moloz yığını kalmış evlerinden.

Ne hayatlarını sürdürmek için iki göz oda, ne kullanabilecekleri kap kacak, ne de çocuklarına ait birkaç oyuncak.

Hiçbir şey kalmamış geride; sadece sönen ocaklar, bir daha geri gelmeyecek hayatlar, solup gitmiş beklentiler.

Hayatları moloz yığınları arasında sıkışıp kalmış, moloz yığınları gibi artık un ufak.

Şimdi, paramparça olmuş Cizrelilerin umutları.

Oysa, “hasar tespiti” diyor muktedir, yukarıdan…

Kibirle sürüyor kelimeleri dişleri arasından:

Tespit edeceğiz, yıkacağız, yapacağız” diyor; “az hasarlı” diyor, “çok hasarlı” diyor… “Kentsel dönüşüm” diyor, “para” diyor, “proje” diyor…

Oysaki ömürler öylesine harap, öylesine çok hasarlı, öylesine ölü ele geçirilmiş ki Cizre’de…

Artık ne adaletin adı kalmış, ne eşitlikten bir haber, ne barıştan eser var.

Sözler, derme çatma dolanıyor ağızlarda.

Kelimeler ise birer enkaz.

Güçlükle telaffuz ediliyorlar.

Cizre, yüzü griye boyanmış bir şehir ajansların haritalarda.

Her sokağın girişinde derin bir keder, her adımda bir dram, her şeyde bulaşıcı bir hüzün.

Her tarafta ölüm gibi ağır bir sessizlik.

Yıkıntılar arasında patlamamış bombalar, ceset parçaları, yanık et kokusu.

Moloz yığını arasında çaresizliğin, kırılmışlığın, öfkenin abidesi gibi duruyor iki kadın.

Yıkılmış duvar yığınları arasında, şoktalar.

Dirseğini, parçalanmış bir çamaşır makinesinin üzerine dayıyor.

Yüzü dağlara dönük, elini kulağına veriyor kadın.

Başlıyor söylemeye…

Anlamıyorum!

Ne de olsa, bilinmeyen bir dilden yakıyor türküsünü.

Keskin bir bıçak gibi yarıyor sessizliği, ciğerlerime saplanıyor sesi.

Öylesine yanık, öylesine acı dolu, öylesine kendiliğinden.

Göğsümde, çözülmesi olanaksız bir düğüm.

Bir şeyler koparak savruluyor sanki yüreğimden.

Ruhumda, son umuttan baki kalan çırpınışlar.

Bir şeyler ölüp de gidiyor sanki içimde sessizce.

Biliyorum, artık bütün düşler kanamalı.

Ağıtım oluyor benim Cizre.
 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"