24 Şubat 2018

Belki tarih duyar sesimizi

Savaşta askerler, ordular, devletler; herkes kaybedebilirdi. Silah tüccarları ise asla!

Liseli yıllarımda tanımıştım onları. Dost canlısıydılar. Nedense biraz ezik, yaşları geç, hatta bir kısmı evliydiler. Çocukları bile vardı bazılarının. Okula geldiklerinde yüzüklerini çıkarıp ceplerinde saklarlardı. 

Kürtlerdi. Sonraları, yanık bir coğrafyada bir ateş çemberinin içinde gördüm onları. 

Hepimizin, bütün ülkenin en acı, en ağrılı yıllarıydı.

Seneler sonra, bu böyle olmayacak diyerek Çözüm Süreci’yle girdiğimiz yolda barış adına umutlanmıştık. İki yıl boyunca hoşgörünün, birbirini anlamanın, biraz yaklaşırsak eğer, ötekinin nasıl da beriki olacağının idrakine varmıştık.

Yaşanmış onca acıya rağmen bizim gibi onlar da hazırdı barışmaya. Kayıplarına, gidip de bir daha gelmeyecek olanlarına rağmen; ağrıları büyük, ocakları yıkılmış, yurtları tarumar edilmiş olsa bile... Hazırdılar, iki eşit insan gibi kucaklaşmaya.

2013 yılında bir belgesel filmimizin galası için gittiğimiz Batman’da bir kez daha tanık olmuştum. Kürt olan şoförümüzün esprili bir tartışma sırasında söyledikleri bir çivi gibi çakılmıştı hafızama.

Birlikte olduğumuz yaşlı profesör dostuma “hocam ileride bir gün, siz yere düşürmeye kalkarsanız ay yıldızlı bayrağı, biz buna izin vermeyiz, merak etmeyin. Bizim de kanımız var o bayrakta” diyecek kadar düşkündüler bu ülkenin değerlerine.

Savaş bir virüs gibidir, bulaştığı yeri kolay terk etmez

Yazık ki sadece iki yıl sürdü barış hayalimiz.

Bir süredir, yanı başımızdaki coğrafyayı cehenneme çevirmişti dünyanın egemenleri. 

Hâlbuki 2003 yılında, son anda kurtulmuştuk Orta Doğu’daki bataklığa gömülmeye. Hatırlayın; ABD “Irak’ta kimyasal silahlar var” diye aralamıştı cehennemin kapısını. Başta İngiltere olmak üzere, Avrupa'nın diğer medeni(!) devletleri yangına benzinle koşmuştular hemen.

Bir savaşın değişmeyen tek geçeği varsa o da, canlılarla başlayıp ölülerle bitmesiydi. 

Nitekim öyle oldu; 1 milyon insan öldü bu savaşta. Sonuç mu? Irak’ta kimyasal silahların olmadığı anlaşıldı! Sustular, dünyanın en çağdaş, en medeni ülkeleri!

Bir çırpıda unutuldu, yere göğe sığmaz olan evrensel insan hakları, uluslararası hukuk, adalet…

Türkiye toplumu olarak bu savaşa karşı çıktık, dâhil olmadık. Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz, ne kadar da iyi ettik…

Sonuçta ne mi oldu? Irak’ın devlet kurumları çöktü. Boşluğu aşırılaşmış güçler doldurdu. Yıllar sonra tüm bölgeyi başka bir ateşte kavuracak IŞİD, El Nusra gibi radikal dinci örgütler peydahlandı.

Savaş bir virüs gibiydi, bulaştığı yeri kolay terk etmezdi. Nitekim öyle oldu.

Büyük güçler girdi devreye. Libya’ya, Mısır’a el attılar. Rivayete göre bavulla dolarlar gönderdik biz de Libya’ya. Bir zamanlar Kaddafi’ye kucak açan dünya liderleri, Afrika’nın çöllerinde onun için sürek avı başlattılar. Ve sonunda Libyalı vahşilerin eliyle kopardılar Kaddafi’nin kellesini. 

Aradan kaç yıl geçti, şimdilerde kabileler birbirini boğazlıyor Libya’nın çöllerinde. Hatırlayın; İzmir’deki üslerimizi açmıştık biz de Avrupalı dostlarımıza(!). İyi mi yapmıştık peki? Elbette ki değil!

Kobani’de kursaydık kardeşlik köprüsünü…

Derken sıra Suriye’ye geldi. Büyük devletlerin oyunları da büyük olurdu. Nitekim öyle de oldu. 

Eş başkanlık teklif ettiler bize. Emevi Camii’nde namaz kılmakla büyülediler gözümüzü. Kurtlar sofrasına döndü Suriye. Irak’taki devletsizlikten doğup beslenen IŞİD, din adına tüm bölgeyi kasıp kavurdu.

“Öfkeli gençler” diye adlandırdık onları. Irak’ın, Suriye’nin topraklarının önemli bir kısmına nüfuz ettiler. Yüzlerce kilometrelik sınırımızda kadar gelip dayandılar. Modern çağda, eşine az rastlanır bir barbarlığı tanık olduk. Kafa kesmek, insan eti yemek; Alevi’yi, Hrıstiyan’ı, Ezidi’yi yakaladıkları yerde öldürdüler. İnsanları çarmıha germek, kafeslerde diri diri yakmak gibi dünyayı dehşete düşüren ritüelleri vardı. Kadınları köle pazarlarında satıyorlardı, camileri havaya uçuruyor, tarihten bize miras kalmış ne varsa yok ediyorlardı... Modern tarihin gördüğü en vahşi, en akıl almaz, en hayal ötesi ölümler, bu “öfkeli gençlerin” eseriydi.

İşte bütün bu ritüelleri uygulayarak adım adım gelip dayandığı yer Kobani şehri olmuştu.

Komşumuz Kobani. Suruç’un hemen ötesi; hısmımızın, kardeşlerimizin, tarihi bağlarımızın olduğu şehir. On beş hafta süren bir direniş yaşanmıştı orada. Erkeğiyle, kadınıyla, çoluğu, çocuğuyla… Tıpkı Kurtuluş Savaşı’mızdaki manzaralar çıkmıştı ortaya. Yaşanmakta olan drama dünya bile dayanamamış, IŞİD’e karşı Kobani Direnişi’ni büyük bir sempatiyle karşılamıştılar. Hatta biz bile, ülke olarak koridor açmış, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden silah desteği ulaştırmasına izin vermiştik.

Sonradan, ABD’nin de havadan desteğiyle IŞİD, ilk defa Kobani’de yenilmişti. Örgütün gerileme dönemiydi bu. Bizse, tüm dünyanın sempatiyle baktığı Kobani Direnişi’ni “ha düştü, ha düşecek” diye küçümsemiş, yanı başımızdaki coğrafyayı, kurtlarının sofrası haline getirecek büyük yanlışı, belki de o zaman yapmıştık. 

Peki… Bir de tersinden düşünelim. Hemen sınırımız, komşumuz, hısmımız olan bu coğrafyada yaşayan insanların yardımına ilk olarak biz koşsaydık? 

IŞİD barbarlığını alt ederek, insanlığa böyle bir zaferi armağan eden Kürtlerin bu haklı savunma savaşının onurlu destekleyicisi biz olsaydık? Komşumuzun bu hayatta kalma savaşında her türlü insani, lojistik desteği verip onları kucaklasaydık? Savaş sonrasının Kobani’sini birlikte kurup, ortaklaşa inşa etseydik?

Bıraksaydık, oyuncaklar götürseydi gençlerimiz oradaki çocuklara? “Kız alıp kız vermeye” devam etseydik, “birbirine karışsaydı tavuklarımız?” 

Düşünün, nasıl olurdu acaba?

Afrin’de kucaklaşsaydık...

Savaşta askerler, ordular, devletler; herkes kaybedebilirdi. Silah tüccarları ise asla!

Son beş yıl içinde Orta Doğu'da, Türkiye ile İran arasındaki bölgede ağır silah satışı yüzde 61 oranında artmış. Bu ticarette en çok payı olan ülkeler ABD, Rusya, Çin, Almanya ve Fransa. Çin hariç tamamı da doğrudan savaşı çıkaran, destekleyen, taraf olan ülkeler. Bu kurtlar sofrasının zalimleri yani... Türkiye ise dünyada en çok silah ithal eden altıncı ülke durumunda!

Bizi, işte böylesine bir girdabın içine adım adım sürdüler. Biz ise buna kandık. Sonuç ne mi oldu? Emevi Camii’nde namaz kılamadık! Buna hakkımız da yoktu zaten. Üstelik yüz binlerce insan öldü. 4 milyon kişi göç etti. 3,5 milyonu bizim ülkemizde açlıkla, soğukla, sefaletle boğuşuyor. 

Daha geçenlerde İstanbul’da, tek bir hastanede kayıt altına alınmamış, tecavüz edilen 115 çocuktan 39’u Suriyeli değil miydi?! Ölüsü, bizim kıyılarımıza vurmamış mıydı Aylan Bebe’nin? Gitarıyla Ege’nin mavi sularında çürümemiş miydi Siirtli gencin cesedi?

Bilirdik; savaşın gerçekte iki tarafı olurdu; savaşanlar ve savaşı çıkaranlar. Şimdi savaşı çıkaranlar, o en medeni(!) ülkeler, onların silah fabrikatörleri sırça köşklerinde rahatlar. Ölüm üreten fabrikaları tam kapasite çalışmada. Ellerini nasıl da iştahla ovuşturuyor silah tüccarları… Bizse cehennem ateşinin tam ortasındayız. Kendimizi ölmeye, öldürmeye koşullandırmakla meşgulüz. 

Ölüleri çok olan bir savaşın kazananı olmaz

Komşumuz Kobani’yi, bir büyük devletin hileli oyunlarına terk etmişiz. Hısmımız Afrin’i bir başkasının. Hatay’ın hemen ötesinde, dağlarımız sırt sırta, zeytin ağaçlarımız kardeş. Neden Rusya’nın tezgâhında kalmış bu topraklar? Velev ki Esad’ın ordusu bölgeye saldırsın; silah, top, tüfek değil; ilaç gönderelim, giyecek, gıda gönderelim oraya; dostluğumuzu, hoşgörümüzü, sevgimizi, kardeşliğimizi verelim onlara. İnsanlığımızı gösterelim tüm dünyaya. O zaman görelim ki Afrin’in halkını kim kazanırmış.

Ölüleri çok olan bir savaşın kazananı olmaz. Bir çocuğu sevgiyle nasıl kazanırsak, bir halkı da ancak öyle kazanabiliriz; saygı duyarak, sevgi ve güven vererek, paylaşarak, dayanışarak…

Eğer ki, Kobani’de kurabilseydik o kardeşlik köprüsünü, sonrasında Afrin’de kucaklaşsaydık… Ne Rusya’ya mal olurdu kirli ittifaklar, ne de ABD’ye. Suriye’nin bile haddi olmazdı aramızda kurulacak insanlık köprüsünü yıkmaya...

Afrin’e yönelik başlatılan operasyonun gerekçesi olarak, oradaki potansiyel tehditlerin varlığı ileri sürülmekte. Dolayısıyla bu tehdidin büyümeden önlenmesi amaçlanmakta.

Buna “önleyici vuruş” deniyor savaş tarihinde. Yakın zamanlarda, ilk defa 1967’deki 6 gün savaşlarında İsrail’in Mısır ve Suriye’ye saldırmak için kullandığı bir savaş doktrinidir bu. Bir gücün, hissettiği bir tehdit algısına karşı, önceden saldırarak o tehdidi ortadan kaldırması esasına dayanır. Doğru mudur? Bence değil!

Doğru değildir çünkü; dünyada her büyük gücün, duyduğu her tehdit algısını, savaşla gidermeye kalkması yeryüzünü tam bir kaosa sürükler.

Üstelik Birleşmiş Milletler kurucu antlaşmasının da hedeflediği dünya düzeniyle asla uyuşmayan bir yaklaşımdır bu. Bu antlaşmada, kuvvet kullanılmasına müsamaha gösterilen tek durum, meşru müdafaa halidir. 

Önleyici savaş doktrini” ABD’de Bush döneminde sıkça kullanılmıştır. Hatırlayın; kıta ötesindeki büyük devlet kibri Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da ya da Afrika’nın başka yerlerinde, ateş ve ölüm olarak yağmıştır insanların üzerine. 

Aynı önleyici vuruşların, sırtını ABD ve medeni(!) Avrupa ülkelerine dayayan İsrail tarafından da sıkça uygulandığını görmekteyiz. İsrail devleti, terörist hedef diyerek, komşusu Filistinlileri dilediği zaman bombalamakta, dünyada buna seyirci kalmaktadır. Doğru mudur peki; hak mıdır, insanlığa sığmakta mıdır? Elbette değildir!

Tarih duyar sesimizi

Konuşmak, tartışmak önemli.

İnsanların konuşmadığını, fikir üretmediğini, tartışmadığını varsayalım;

Peki, ya hata yapıyorsanız?

Ya mümkünü yoksa Emevi Camii’nde namaz kılmanın?

Ya bir batağa saplanacaksak? 

Ya Kobani’deki gibi yaşlısı, genci, kadını, çocuğuyla bir halkı bulacaksak karşımızda?

Ya dünya âlem önünde yapayalnız kalacaksak?

Ya kırk yıldır süren ve adeta bir iç savaşı andıran bu yıkım bir kırk yıl daha sürecekse?

İşte bu yüzden susmamalıyız!

Susmamalı ve konuşmalıyız! Aklımızla, vicdanımızla, sözümüzle konuşmalıyız.

Sanatımızla, edebiyatımızla, tarihimizle…

Dünyanın bir yerinde bir şair susarsa eğer, bir şiir ölür; bir yazar susarsa, bir roman yok olur; bir aydın susarsa gelecek kararır.

Ben susarsam, içimde bir insanlık ölür; insanlığım ölür benim, çürürüm.

Konuşursak, belki sesimiz sesimize değer; insanlar kulak verir birbirine.

Konuşursak eğer, aklı, vicdanı olan birileri çıkar da belki duyar bizi. 

Konuşursak eğer, kimse duymazsa, belki tarih duyar sesimizi.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"