Gazi Mahallesi.
İstanbul’un ağrılı semti.
Gazi Ormanı’nda beş dal fidan, beş yağız delikanlı.
Ağaçların arasında, yaşları genç, kahır öğreniyorlar daha, yüzleri hala çocuk.
Sofradalar.
Birkan’ın elinde bağlaması.
Yarenlik ediyorlar birbirlerine.
Saz çalıp türkü söylüyorlar, yeni yaşlara büyüyorlar birlikte yani.
Önlerinde çilingir sofrası; pet şişede su, plastik bardakta rakı.
Ortada eğreti bir masa, üstünde sazın kılıfı.
Öğreniyoruz ki, meğer uzun namluluymuş bağlaması çocukların.
İfadeler böyle buyuruyormuş, tutanaklar da böyle.
Demirhan Erkul.
Aracı kullanan delikanlı.
Delikanlı değil, henüz çocuk!
Ehliyeti yoktu.
Nasıl olsun, henüz on beş yaşındaydı!
Biraz önce bir çilingir sofrasında, yanında arkadaşları vardı.
Her şeye yakışır da, bir çocuğa nasıl yakışırdı kan kırmızı?
Yakışmazdı tabii!
Ama yakıştırdılar!
Gazi Mahallesi’nde bir sokakta, bir aracın içinde yakıştırdılar!
Demirhan’ın yanında Birkan Yüksel (17) elinde bağlaması; arkasında Oğuzhan Erkul (17); onun yanında Barış Kerem (17), yanında Ramazan Altürk (18).
Biraz önce bir masada, gül yüzlerinde sevinçleriyle hepsi çocuktular.
Ölüm ki, ne kadar da severdi yakın mesafeleri.
Yakıştırdılar kırmızıyı, Barış ve Ramazan’ın parçalanmış kafataslarına.
Kırmızıya boyayarak etlerini, yakıştırdılar Oğuzhan’a, Demirhan’a; sırtında iki mermi çekirdeğiyle, arkadaşlarını hastaneye taşıyan ve oracıkta bayılan Demirhan’a.
İmzalar bunu söylüyordu; kucağında bağlaması vardı, ancak uzun namluluydu.
Alışılmıştı, tutanaklar hemen tutulur, imzalar aceleden atılırdı.
Sokak kameraları hep çalışmaz olurdu böyle durumlarda.
Zırhlı araçların kayıtları ise bozuk çıkardı.
Haber ajansları, ışık hızıyla geçerdi bültenlerini.
Ne idüğü belirsiz teröristler peydahlanırdı birden.
Polis tutanağına böyle geçerdi;
“Ön koltukta biri oturuyordu, elinde uzun namlulu silahı vardı.”
Sonra, yayın yasakları başlardı.
Anmak yasak olurdu birden ölenlerin adlarını; yazmak yasak, anlatmak yasak!
Yayınlamak yasak olurdu çocukların o gül yüzlü suretlerini.
Ve kelimeler kırılırdı kalbinizde, sözünüz olmazdı söyleyecek.
Ağrılarınızı sinenize basıp mezarına yürüyemezdiniz.
Anısına saygı duruşunda bile bulunamazdınız.
Çünkü bağlaması uzun namlulu olurdu erken ölen çocukların.
Sonra hayıflanırdınız.
Bu topraklar alışıktır zaten, yaşlarından büyük mermiler sıkılırdı çocuk bedenlere.
Ellerine silahlar tutturulur, bir çırpında terörist yapılırdı.
Televizyon kanallarında böyle geçilirdi suretleri.
Nasıl olsa, vicdanlar alışıktı, şehirlerden şehirlere sürülürdü mahkemeler.
Henüz on sekizine bile basamamış yaşlarından vurulurken çocuklar, hep elini kolunu sallayarak dolaşırdı katiller.
Failleri meçhulde kalırdı nasılsa ölülerin.
Bir kez girince mermiler çocuk kafataslarına, et ve kemik parçalarından ibaret kalırdı yaşamak.
Gerisi polis tutanakları olurdu; adli tabip raporları, mahkeme kayıtları, yıllar sürecek bitmeyen soruşturmalar olurdu.
Ölenin yakınlarından yeni teröristler çıkartmak olurdu gerisi.
Çünkü bağlaması da hep uzun namlulu olurdu ölülerin.
Babası Dersimliydi Barış’ın.
Munzur’un suyundan içmişti dedeleri; kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüden geçmişti ataları.
Gazi Ormanı’nda felekten bir gün geçirmekti tek istekleri.
Oysaki bazen, çocukluğundan da vurulabileceğini insanların, henüz öğrenmemişti Barış Kerem.
Kimse öğretmemişti ona.
Bir zamanlar, cezaevleri birer tabuta dönmesin diye ölüme yatmış babası anlatmamıştı.
Halbuki 120 gün, 120 gece ölümü tatmıştı; hastaydı, Eernicke Korsakoff’tu babası.
Anlatmamıştı ona, bu ülkede çocukların bile ne büyük hızla eksildiğini.
Ve şimdi, bağlaması uzun namluluydu çocukların, öğrenmek için ne kadar geçti.
Bir kez daha yanıtsız soruların yurdu oluyordu ömrüm.
Bir daha asla gülmeyecek yüzlerine bakarak çocukların, yeniden yoruluyorduk.
Bu çocuklar, niye böyle hep çocuktular?
Neden hiç büyümüyorlar, nasıl böyle acımasız gülüyor, daima sebepsiz ölüyorlardı?
Ölüm, ya bir gecekondunun kapısında buluyordu onları, ya bir bayram yerinin girişinde, çırılçıplak bir bedende.
Gidemiyorlardı gitmek istedikleri yerlere, yaşayamıyorlardı bayramlarını, sevinemiyorlardı.
Ne de olsa ölüm, her yerde durduruyordu hayatlarını.
On iki yaşında bir çocuğu oyun oynarken mesela; ya da kendi evinin bahçesinde bir başkasını, yaşı sayıda mermilerle; bazen bir kucakta veya kundakta…
Kısacası, ölüm her yerde buluyordu onları.
Ve ölüm yıldönümlerinde anmak için çocuklar bırakıyordu bu ülke bize.
İşte bunun için kirli bir yapışkanlık bulaşıyordu bizim de üzerimize.
Çirkin, bulaşıcı bir yapışkanlık.
Ve bağlaması, daima uzun namlulu oluyordu çocukların.
Şimdi, sorgusuz, sualsiz bir ölümün daha hoyratlığındayız.
Yine dur ihtarına uymayan ölümlere teslimiz.
Yine fütursuz, vicdanı olmayan kelimelere sığınmış demeçler, alışmışız.
Biz yine eksiğiz.
Gidenlerimize yeni gidenler eklemişiz.
Biraz daha azalmışız bu dünyada, biraz daha yenilmişiz.
Yine öfkeyle, ateşle, barut kokusuyla kanırtılmış ruhlarımız.
Karanlık bir ormanda bir fotoğrafta matlaşmış, flulaşmış, yine bir sokağın ortasında ölü ele geçirilmiş gülümsemelerimiz.
Gazi Mahallesi.
Yaralı bir şehirdi bildim bileli.
Ağrıları vardı, geçmişten bugüne.
Şimdi bir kez daha kanamalıydı çocuk yüzlü yaralarından.
Her yanı ağrılar içindeydi, sızlıyordu.
Yeni bir yaşa basmadan, çocukları eksiliyordu kentin varoşlarından.
Sabahları soluk yüzlü, is kokan sokaklarından cenazeler kalkıyordu.
Kırmızı tuğlalı, boyasız, sıvasız duvarları susuyordu kentin.
Susuyordu badanasız evlerin güneş girmeyen odaları.
Çaresiz kalıp susuyordu şehir.
Susuyorduk hep beraber.
Henüz doya doya yaşanmamış gençliklerinde ölürken şehirler; resimlerde yarım kalmış o zalim, o acımasız gülüşlerinden eksilirken çocuklar, biz hep susmaya devam ediyorduk…
Bahardı işte, neylersin.
Aylardan Nisandı.
Nisan’ın on beşi ve geceydi.
Bahar kanar mıydı, kanıyordu işte!
Karanlığa ışık çakıyordu çocukların yüzlerinde gülümsemeleri.
Gençliğin, civanmertliğin, yepyeni bir yaşın eşiğinde çocuktular.
Lakin pusluydu, karanlıktı, kirliydi gece.
Ve bağlaması uzun namluluydu çocukların.
Yine geldiler, yine yüzleri yoktu, yine sevgisizdiler.
Yine renksiz, zevksiz, suretsizdiler.
Bağlamayı kırdılar!
Çocukluğumuzu da!