01 Kasım 2014

Ya Allah, ya patron

İşçiye şunu söylüyorlar, ölüyorsanız, bu ya Allahın işi ya da Patronun, bizim bir sorumluluğumuz yok.

Ümit Kıvanç “16 Ton” adını  verdiği, “Vicdan ve serbest piyasaya dair bir film” alt başlığını taşıyan  belgeselinde, kömür madenleri üzerinden insanlık tarihini anlatır.(1) Bu aynı zamanda, vahşi kapitalizmin insanların hayatlarını kömür için nasıl “kararttığının” hikayesidir.  Ümit Kıvanç sözü bizim madencilik faaliyetlerimize, Zonguldağ’a getirdiğinde ise, şimdiki gerçekliğimizle yüzleşiriz adeta.

Filmden anlatalım, 1800’lü yılların başlarında donanmalarını buharlı gemilerle donatan devletler kömür arayışına girerler. 1827’de ilk buharlı gemisine sahip olan Osmanlı da kömürün değerini anlayınca,  Sultan Abdülmecit bir fermanla Ereğli Kömür Havzasını kendi vakıfları arasına katar. Padişah yıllığı 300 altına maden bölgesini Galata sarraflarına kiralar. Fakat yörede faaliyet gösteren Fransız ve İngiliz şirketleri köylüleri çok ağır koşullarda köle gibi çalıştırdıkları için kolay kolay madene inecek kimse bulamazlar. Osmanlı, sorunu kendi yöntemleriyle çözer, 1865’te padişah Abdülaziz bölgeyi Bahriye Nezareti’nin denetimine verir. 1867’de Dilaver Paşa, bir nizamname çıkarır ve madende çalışmayı padişah hükmü haline getirir. “Ereğli Sancağı’nda 13 yaşını geçmiş, 50’sine varmamış bütün erkekler madende çalışacak.”
Dilaver Paşa, bunu yaparken, şirketlerden işçiler için sağlıklı koşullar sağlanmasını da istemeyi ihmal etmez. Tabi kimse bunu sağlamaz. Bırakın onu 1921’e kadar madene girip-çıkanın, çıkamayanın çetelesini bile kimse tutmaz.

Dilaver Paşa zamanından, Davutoğlu’lu günlere bakarsak, madenci patronun -ister devlet olsun ister özel sektör- temel ilkesinin “üretimi artırmak” ve “üretim maliyetlerini azaltmak” olduğunu ve bunun her zaman için maden işçisinin canı anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Dilaver Paşa’dan Davutoğlu’na pek de değişen bir şey yok yani, eskiden madene girmek zorunluydu ve can pahasınaydı, şimdi yine(koşullar nedeniyle) zorunlu ve yine can pahasına. Dilaver Paşa gibi şimdiki yetkililer de patrondan, işçiler için “sağlıklı koşullar” sağlamasını istiyor, o zaman olduğu gibi şimdi de hiçbir patron bunu takmıyor.

Karaman’da toprak altındaki 18 madenciyle ilgili umutların giderek azaldığı şu zamanlarda bakalım isterseniz duruma, belgeselden alıyorum, “2000’lerde, madenci sınavına oğlunu yazdıran 60 yaşındaki adam, “Eskiden yeraltına jandarma zoruyla girilirdi, şimdi herkes madende çalışmak için sırada. Allah sonumuzu hayır etsin” diye dert yanıyordu. 1200 işçi almak için açılan sınava 41 bin kişi başvurmuştu ” Hal böyle olunca, bu vahşet ortamında kim güvenlik filan düşünecekti acaba? Bu, patronun insafına, keyfine bırakılabilir miydi? Bırakılacak olsa, o zaman, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı diye bir bakanlık niye vardı?

Karaman’daki duruma dönelim: Karın tokluğuna, 1000 lira maaş için, dünyanın en ağır, en riskli işinde çalış, aylarca maaşını bile  alamadan çalışmaya devam etmek zorunda kal, çalıştığın şirket sana servis ve öğlen yemeği bile vermesin, evden getirdiğin yemeğini bile yerin yedi kat altında ye...
İlhan Berk 1946’da yazmış,

“Öyle İnsanlar gördüm ki
Ölüm peşlerine düşmeye korkardı
Kılları uzamış hayvanların yanı sıra
Ya kuyulara iniyorlar
Ya kuyulardan çıkıyorlardı
Kazmaları kürekleri lambalarıyla
Ya İnsanlar gibi toprağın üstünde
Ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar
Bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı
Dağlara tepelere doğru bir ayaklanmadır başlıyordu
İkinci düdüğe kadar bütün şehirde tıs yoktu
Uyudum uyandım hep aynı seslerdi
Anladım İnsanlar bir vardiyaya giriyorlar
Bir vardiya çıkıyorlardı
Anladım en kısa ömür İnsanoğlunundu
Sonra kurtlar böcekler ve tarla farelerinindi.”

 

2014’teyiz bunca yılda ne değişti?

 

Değişen bir şey var; cumhurbaşkanı, başbakan ve ilgili bakanların hepsi, klasik refleks söyleminin (İhmal var. Acımız çok büyük. Soruşturma sürüyor. Sorumlular mutlaka cezalandırılacak...) yanı sıra,  bu sefer Soma’daki kaza sonrasındaki gibi işin “fıtrat”ından söz edip olayı Allaha havale etmekten özenle kaçındılar. Bunun yerine, sorumluluğu bütünüyle kendi üzerlerinden maden işletmesinin üzerine yıkma yoluna gittiler: ‘Biz gereken yasal düzenlemeleri yaptık, ama ne yaparsın ki kötü işletme sahibi bizi dinlemedi.‘ demeye getirdiler. Hemen şunu söyleyelim, işletme tabi ki birinci dereceden suçlu ve sorumluluk sahibiydi ama tek başına değil. İşletmeyi suçlamak ilgili yetkilileri, bakanlığı ve hükümeti asla sorumluluktan kurtarmaz, aklamaz.

Bu satırlar Yeni Şafak gazetesi’nin hükümete, hele ki cumhurbaşkanına, başbakanına toz kondurmayan yazarından geliyor. Abdülkadir Selvi yazıyor. “Bu hesap sorulmalı. Bu hesap ertelenmeden sorulmalı. Bir saat bile içeride geçiremeyeceğiniz dar ve dik bir tünelden toprağın yüzlerce metre altına iniyor bu insanlar aldıkları bin lira para onu da 3 aydır alamamışlar. Torba yasa ile maaşları arttırılınca işveren bu kez yemek ve servis ücretlerini kaldırmış. Madenci çaresiz. Evde hazırlatmış kumanyasını kendi aralarında kiralamışlar aracı çocuklarının rızkını kazanmak için inmişler yüzlerce metre yerin altına.

Acılı aileler Cumhurbaşkanı ve Başbakan'a anlattılar sıkıntılarını. Cumhurbaşkanı 'Keşke daha önce bir mektup yazsanız ya da bir şekilde bize bunu bildirseydiniz gereğini yapardık' dedi. Başbakan Davutoğlu ise 'Ben de bu toprakların insanıyım, Ulaştırma Bakanı Lütfü Elvan sizin evladınız. Onu bilgilendirseydiniz biz takibini yapardık' dedi.” (2)

Offff, görüyor musunuz ‘aman büyüklerime zarar gelmesin’ satırlarını? Cumhurbaşkanımız, başbakanımız halkımızla ne kadar dolaysız ilişki içinde, onlara ‘sıkıntı yaşayınca neden yazmadınız, bir telefon edip söylemediniz?, ah bir haberimiz olsaydı, size hiç böyle yapmalarına izin verir miydik?’ diyorlar.
Ne güzel değil mi?
Madende iş güvenliğini sağlamak, insani çalışma koşulları yaratmak, çalışanın haklarını güvence altına almak sanki Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının görevi değil.
Bu bakanlık ne iş yapar? Bu bakanlık başbakana bağlı değil mi? Vatandaşın şikayetiyle mi çalışıyor? Kimse sesini çıkarmamışsa sorumlu yok mu ya da sorumlu sadece işyeri sahibi mi? Bu sorular çok mu garip?

Mesele şu ki, hükümet ve bakanlar, daha önceki kazada Allaha havale ettikleri sorumluluğu bu sefer “... ama ne yapalım patron kötü” diyerek patrona havale ettiler. İşi daha da ileri götürüp Davutoğlu olası yeni durumlar için de “İşçilerimizden de rica ediyorum kendi haklarının takipçisi olsunlar. Hiçbir şekilde yasal olarak onlara tanınan hakların ihlal edilmesine izin vermesinler.” diyor. Sanki, işçilerin bir lokma ekmek için, sendikasız, sigortasız, ölümüne çalışmak zorunda kalmalarında, vahşi kapitalizmin amansız sömürü koşullarında, yerin yedi kat altında veya 32 kat üstünde ölüme terk edilmelerinde hükümetin, kendilerinin hiç payı yokmuş gibi.

İşçiye şunu söylüyorlar, ölüyorsanız, bu ya Allahın işi ya da Patronun, bizim bir sorumluluğumuz yok.
Biz de diyoruz ki, peki ya siz?
Siz ne zaman kendinizi sorumlu hissedecekseniz? Ne zaman az da olsa vicdanınız sızlayacak?

Belki de bunu beklemek saflık, madencilere ne Allahtan, ne patrondan ne de iktidardakilerden bir fayda var.

Fazıl Hüsnü Dağlarca ne güzel seslenmiş onlara oysa,
“Tanrı yeryüzünündür, bir pay düşmez sana,
Sen yer altındasın, Tanrısızsın, anlasana.”

@ymbymb

(1)Ümit Kıvanç 16 Ton Belgeseli
http://www.riyatabirleri.net/16ton_ana.html

(2) Abdülkadir Selvi’nin sözü geçen yazısı
http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/AbdulkadirSelvi/zaman-uzadikca-umutlar-azaliyor/56683
 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

"
"