“Devrim”i doldurduk.
Devrim stadyumu, Türkiye’nin en gözde, girmesi ve bitirmesi en zor üniversitelerinden biri olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin (ODTÜ) efsanevi stadyumu.
2014 yılında mezun olacak 3000 öğrenci için merdivenlerine kadar hınca hınç dolu.
Biricik oğlumun mezuniyeti için oradayım. Ankara’nın da ODTÜ’nün de acemisiyim, ilk kez oturuyorum Devrim’e. Yıllar önce dolaşmış, boşken görülebilen “Devrim” yazısını okumuş, efsanesini dinlemiş, üzerine bir kaç yazı da okumuştum, ama daha önce hiç oturmamıştım.
Törenin başlamasına daha bir saat var, yer bulabilme kaygısıyla erkenden oturuyoruz. Bir yanımda oğlumun annesi, bir yanımda da kız arkadaşı var. Hepimiz heyecanlıyız. İster istemez aklımdan bu stadyumda yaşananlar, burayı kullanmış devrimciler, ODTÜ ve stadyumuyla ilgili gençliğimden beri duyduğum efsaneler gelip geçiyor. Üniversite gençliği ve devamında aydınlara geçmişten bu güne yüklenmiş sorumluluklar ve onlardan beklenmekte olan toplumsal roller üstüne düşünüyorum, bu durum bize özgü bir şey mi? Bu beklentiler, üniversite gençliğini ne yönde etkiledi? Zaman zaman kendilerinde toplumu topyekün değiştirecek bir “devrimci güç” olduğunu hissetmelerine yol açan şey bu beklentiler mi? Yoksa bu beklentilerin kendisi, cumhuriyetten beri halkla arası giderek açılan elit bir aydın tipinin yaratılmasına mı hizmet etti? Yoksa, ortada beklenti filan yok da, bizim üniversite öğrencilerimiz ve aydınlarımız, cahil halkın karşısına okumuz yazmış kişiler olarak çıktıklarında kendilerini bir şey sanıp rol mü çaldılar.
Kafamda sorular dönüp duruyor. Üniversite gençliği ilk defa sokaklara çıktığı 1950’li yıllardan başlayarak, hep göz önünde olmuş. 1960 darbesi öncesi yapılan gösterilerde askerlerle el ele tankların üzerindeler, sonrasında dünyayı saran 68 hareketinin etkisiyle yaşadığımız hareketlenme, İşte ODTÜ’nün de adının duyulduğu yıllar. Anti-emperyalist, bağımsız Türkiye çizgisi, 19 Mayıs’larda Samsun’a yürüyüşlerin yapıldığı, bir yanıyla hep ulusalcı damardan beslenen “devrimci” çizgi. Bugünkü Türkiye soluna bakıldığında kendisini hemen hissettiren güçlü bir çizgi bu hala. Bu çizgiyi besleyen temel kavram hep “devrim” olmuş, demokrasi ise hep devrimciliğin önünü kesen bir kavram olarak görülüp küçümsenmiş... Neyse, belki bütün bunlar bir başka yazının konusu olabilir, orada “devrim” stadyumunda oturup beklerken düşünmeden edemediğim için yazıyorum. Üniversiteli olmak, hele ODTÜ’lü olmak bu ülkede belli bir kibir sahibi olmak mı demek? İşte oturmuş burada “orantısız zeka” ürünleri bekliyoruz çocuklardan.
Hadi ODTÜ, sen ki zekisin, solcusun, yurtseversin, başarılısın, şaşırt bizi “yak beynimizi”...
Başlıyor.
Belki inanmıyacaksınız ama, meydanın ortasında konumlanmış bando takımı, “Dağ başını duman almış” marşını çalmaya başlıyor ve sahanın solundan, başta bayraklar ve üniversite rektörü, onların arkasından ise üniversite hocaları giriyorlar tribünlerin önündeki geçit alanına. Rektör ve onu izleyen hocalar, marşın yarattığı militarist coşkuya uygun olarak ayaklarını yeri göğü inletecek düzeyde sert vurmakta zorlanıyorlar. Nedense benim aklım, İtalyan kasabalarında Fellini filmleri sokaklarında dolaşıyor, Amarcord. Marş devam ediyor, coşku öğrencilerin, ellerinde son zamanların modası sosyal mesaj veren pankartlarıyla tribünlerin önüne gelmeleriyle doruğa çıkıyor. Herkes “orantısız zeka” bekliyor. Beklenti o kadar yüksek ki, yazılanların çok da önemi yok, daha ilk pankart bile, kalpleri hoplatmaya, tribünleri ayağa kaldırmaya yetiyor. Herkes derin bir nefes alıyor, işte “orantısız zeka” kendisinden beklendiği üzere, hepimiz adına, haksızlıklardan, yolsuzluklardan, adaletsizliklerden hesap soruyor.
Bando bu sefer “İzmir Marşı”nı çalıyor. Takılıyorum marşa, ister istemez marşın sözleri dönüyor kafamda...
“İzmir’in dağlarında çiçekler açar
Altın güneş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa...”
Yaşa Mustafa Kemal, pankartlar geçmeye devam ediyor. Coşku sel gibi. Mezunlar kendilerinden orantısız olarak beklenen örnek sözler yazmaya çalışmışlar, epeyce de kasılmışlar anlaşılan. Çok heyecanlılar. Kitleleri etkilediklerini görmek, alkışlanmak istiyorlar.
Pankartlarda neler yazıyor?
Yaklaşık 1 saat süren geçit boyunca önümüzden geçen yüzlerce pankartı kabaca şöyle gruplandırabilirim.
Sıfırlama, ayakkabı kutusu, Bilal üzerine yazılanlar ilk sırada, ikinci sıraya Soma faciasını üçüncü sıraya da Gezi Şehitleri’ni koyabiliriz. Sıralama cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin Bey, Melih Gökçek, çocuk gelinler, genel sosyalist talepler ve bölümlere ait akademik esprilerle devam ediyor. Bunların içinde doğrusu yeni bir şey söyleyen pankart hemen hemen yok gibi. Zaten, bu konular, bildiğiniz gibi, pek yeni sayılmazlar ve aslında bütün espriler tüketilmiş durumda, buna rağmen hazırlanmış “dersleri sıfırladık” ya da Bilal’in zekası üzerine pankartlar, hafif bir tebessüm yaratmanın ötesine geçemiyorlar doğal olarak.
Soma Faciası için yazılan pankartlar beni bu duyarlılığın ne kadar sürdüğünü düşünmeye itti. Madencilerin acısını anımsamak yüreğimi sıkıştırırken, karşımda maden mühendisi adayları görmek kafama bir anda yığınla sorunun üşüşmesine neden oldu. Bu yıl madenlerle ilgili 200-300 mezun veriyordu ODTÜ, hepsi insan yaşamı konusunda duyarlı kişiler olarak yetiştirilmiş olmalıydılar, bu 58 yıldır sürüyordu... Türkiyenin diğer üniversitelerinden de her yıl, aynı duyarlılıkta yüzlerce, binlerce maden mühendisi yetiştirilip mezun ediliyordu... Bunlar nereye, nerelere gidiyorlar diye düşündüm. Nerelerde çalışıyorlar acaba? Örneğin Soma’da ODTÜ’lü maden mühendisleri yok muydu? (Lütfen duyarlı mühendisler kızmasın, seslerini duyurmak için ne kadar çırpındıklarının farkındayım, fakat bu ses... nasıl da cılız.)
Bu grupta ilginç olan CHP ve MHP’nin cumhurbaşkanlığı için çatı adayı olarak gösterdikleri Ekmeleddin İhsanoğlu ile ilgili pankartlardı. İrili ufaklı bir çok pankart bu konudaydı, fakat istisnasız hepsi “Ekmeleddin” adından türetilmiş esprilere dayanıyordu. Yani söz konusu kişinin adı Berke, Deniz, Batu filan olsa onca pankart olmayacaktı. Tabii bu espriler sözcük oyunlarının ötesine pek geçemeyen ve çok da zekayla ilişkisi olmayan esprilerdi. Ben daha çok mezun olanlar arasında yer alabilecek, Kemaleddin, Süphaneddin (ki bir tane duydum anonslarda) adındaki öğrencilere ve bu pankartları yazdıranların bu isimlerde arkadaşlarının olabileceğini ve onları incitebileceklerini düşünmemelerine üzüldüm.
Neyse, önümüzden geçen bu “orantısız zeka” örneklerinin bazılarına bir göz atalım isterseniz.
Ülkeyi trafolar değil, ampül kararttı.
Dersleri sıfırladık babacığım.
Reza’nın kapatamadığı cari açığı biz nasıl kapatalım.
Bilal’e anlatır gibi anlat bize kimyayı öğretmenim.
Alo babacığım mikropları sıfırladık, sterilizasyon tamam.
Ayakkabı kutusundan ev yapmayı sizden öğrenecek değiliz.
tyyp://sumeyyegeldimi.bbcm
Kara paranızla kara kutumuzu kirletmeyin.
Başka ses kaydı yoksa biz mezun oluyoruz.
Bizim elimizden kömür lekesi çıkar da , sizin elinizden kan lekesini hiçbir şey çıkaramaz.
Ne Toma bizi usandırdı, ne Soma seni utandırdı. 301(?) madencinin anısına
Mesele 3-5 ton kömür değil. Sen hala anlamadın mı?
Ölüm hiçbir mesleğin kimyasında yok. Soma’yı unutma.
Direnmek ODTÜ’nün fıtratında var.
Sınıflarda sınıfsız bir toplum anlatacağız.
Bunca yıl metalurji diyemediniz, şimdi Ekmeleddin deyin bakalım.
Bizim de çatı adayımız, Eklemettin, Ekleyemedin, Ekmeletfghj : ss
Pankartlarda en az olanlar ya da hiç olmayanlar ise şunlardı:
Örneğin ülkemizin en temel sorunu olan Kürt sorunuyla ilgili sadece iki tane “Gezi Lice’ye çok mu uzak?” pankartı gördüm. Çözüm süreci ve barışı öne çıkaran bir söylem de yoktu. Geçmişten beri yaşadığımız ve bugünkü siyasi sorunların da kaynağında yer alan, askeri müdahaleler, Kenan Evren’e verilen müebbet hapis, çok güncel bir konu olarak Balyoz sanıklarının serbest kalması konularında da hiç pankart yoktu. Tarih bölümü geçti önümüzden, ama, karanlık geçmişimizle yüzleşme adına da herhangi bir gönderme yoktu. Birey hak ve özgürlükleri konularında, LGBT hareketi, kadın sorunu ve çocuk gelinlerle ilgili bir ya da iki yazı gördüm. Çevre sorunları hakkında da etkili bir pankart yoktu. Aslında diktatörlük karşıtı, demokrasi ve çoğulluktan yana, barış isteyen bir pankart da göremedim.
Denilebilir ki, ODTÜ’lü gençler için öncelik daha çok iktidarın bazı uygulamalarına karşı söylemler üretmek şeklinde gerçekleşmiş. Rejimin özüne, devletin yapısına yönelik siyasi bir söylem üzerinde pek durulmamış.
Dolayısıyla da “üniversite öğrencileri ve demokratik talepler” açısından değişen bir şey yok gibi görünüyor. Onlar, eskiden de öncelikli değildi şimdi de değiller.
Geçit töreninin ardından ODTÜ rektörünün konuşmasını dinledik. Prof. Dr Ahmet Acar uzun uzun ODTÜ’nün ne kadar başarılı bir üniversite olduğunu anlattı, çokça kullandığı sayısal verilerle de görüşlerini destekledi. Konuşmasının sonlarında ise, ülkemizin yaşadığı demokrasi açısından sıkıntılı döneme ait değerlendirmeler yapıp, kendilerinin demokrasiden yana olduğunu vurguladı. ODTÜ’nün çevreye çok değer verdiğini ve bunu korumak için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi. Doğrusu rektörün konuşması okullarına veda etmek üzere olan öğrencilerin kalplerine dokunan bir konuşma olmadı. Sayılar ve genel değerlendirmeler yerine biraz ODTÜ ve öğrencilerin özeline ait şeyler söylese oradaki herkese dokunabilirdi diye düşünüyorum.
Tören Mezunlar derneği başkanı ve okul birincilerinin konuşmalarıyla devam etti. Okul birincilerinden birinin konuşmasında Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunu izleyeceğine dair vurgusu ve hemen ardından Gezi şehitlerine saygı sözleri öğrencileri ve tribünlerin coşkulu alkışlarına neden oldu...
ODTÜ 2014 Mezuniyet töreni.
Orantısız zeka, orantısız beklentiler ve orantısız hayal kırıklığı...
Bir öğrenci pankartı her şeyi çok güzel anlatıyordu aslında. AnchorOnu bu yüzden sona sakladım.
Bu yazıyı da gereksiz kılacak ölçüde, zekice:
“Memleket gibi ODTÜ”
Yolunuz açık olsun tüm ODTÜ’lüler ve sevgili yavrum Ege.
@ymbymb