24 Ekim 2018

Milliyetçi rüzgârlar, andımız ve çocuklarımız

Özgür düşünceli, soran, sorgulayan bireyler olarak mı yetişirler?

1933 yılında Avrupa’da faşizm dalga dalga yükselirken, milliyetçi damarları şahlanan dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip öğrencilere her sabah derse girerken hep birlikte okumaları için cebinden çıkardığı kâğıtta yazılı bir metin verir. Şöyle yazılıdır kâğıtta "Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu, özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun." 10 Mayıs 1933 günü Milli Talim ve Terbiye heyeti kararıyla, Reşit Galip'in yazdığı ant öğrencilere okutulmak üzere okullara gönderilir. 1972 yılında “budunumu” sözcüğü “milletimi” olur ve sonuna “Ey bugünümüzü sağlayan, Ulu Atatürk: Açtığın yolda kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne Mutlu Türküm diyene” cümlesi eklenir. 1997’de ise “ilkem” “yasam” olur. “Ulu Atatürk” deyimi ise “Büyük Atatürk” olarak değiştirilir.

1933 yılından başlayarak, kaldırıldığı 2013 yılına kadar da her sabah çocuklarımız sınıflarını doldurmadan önce avazları çıktığı kadar bağırarak bu metni okurlar.
Okurlar da ne olur?
Eğitimimizin kalitesi mi yükselir?
Çocuklarımızın bilime, araştırmaya, sanata ilgileri mi artar?
Özgür düşünceli, soran, sorgulayan bireyler olarak mı yetişirler?
Başarıdan başarıya mı koşarlar?
Daha çalışkan daha doğru insanlar mı olurlar?
Bu soruların cevabını vermeyi sizlere bırakıyorum.

Bildiğiniz gibi, 2013 yılında çok doğru bir kararla ilk ve ortaokullarda her sabah okunması kararı kaldırılan Andımız, hükümetin son yıllarda milliyetçiliğe doğru yelken açması ve kurduğu ittifaklara paralel olduğunu düşündüren bir Danıştay kararıyla yeniden gündeme geldi. Başta MHP olmak üzere milliyetçi çevreler bu sabah ayininin yeniden çocuklarımıza söylettirilmesi için yoğun bir çaba içindeler. CHP’nin utangaç milliyetçilerinin ise kaldırıldığında yükselttikleri feryatları düşününce onların da kararı sevinçle karşılayacaklarını tahmin etmek zor değil.
Bütün dünyada olduğu gibi milliyetçi rüzgârlar bizde de güçlü esiyor.

Siyaseten ne tarafta durursanız durun, ister sağcı olun ister solcu, Andımızın sözlerine yakından baktığınızda bu sözlerin her sabah çocuklarımıza bağırttırılmasının onlara nasıl bir kötülük yapmak olduğunu kolayca görebilirsiniz.

“Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye başlıyor. Öncelikle Türk olmayabilirsiniz. Bu ülkede Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve başkaları da var. Bu yurttaşlarımızla biraz empati kurmak çok zor olmasa gerek. Ayrıca, Türküm demekle kimseyi Türk yapamadığımız ortada değil mi?

Türk olmanın doğru ve çalışkan olmayı da beraberinde getirdiği gibi bir anlam çıkıyor sözlerden. İnsanın Türk veya Kürt olmasının onu çalışkan ve doğru yapmadığını söylemeye gerek var mı? Bu ancak sizin boş bir milliyetçi gururla donanmanızı sağlar. Türk olarak doğmuş olmak sizi Kürt’ten, İngiliz’den, Yahudi’den üstün yapmaz. Bunun tersini düşünmek ırkçılık denen hastalığın en basit ve temel göstergesidir.

“Küçüklerimi sevmek, büyüklerimi saymak” deniyor. Hadi küçükleri bir yana bırakalım, ama büyükleri neden sayalım? Hangi büyüklerimizi sayacağız? Yolsuzluk yapanları mı? Darbe planlayanları mı? Savaş çıkaranları mı? Büyük olmak, yaşça ya da bulunduğu makam dolayısıyla, tek başına saygı duyulması gereken bir nitelik midir? Bütün üç kâğıtları çeviren, dünyayı yaşanmaz hale getiren büyükler değil mi? Birisinin büyük olması saygı duymamız için yeterli midir?

“Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir” deniyor. İnsanın yurdunu, milletini sevmesi için önce özünü sevmesi gerekmez mi? Kendini seven, kendine değer veren insan ancak kendini geliştirebilir ve hem yurdu hem insanlık için faydalı olur, sevgiyle dolar. Aksi durumda körü körüne bir sevgi, içi boş ve bireyi itaate götüren bir sevgidir. İnsan içinde doğup büyüdüğü kültürü, yurdunu doğası gereği sever, ayrı kaldığı zaman özlem duyar. Yurtseverlik bir erdem değildir ve milliyetçilikle aynı kapıya çıkar.

Kim olursa olsun bir kişiyi vazgeçilmez bir rehber edinmek, onun yolundan gitmek ona bağlanmak, bir kişiyi ululamak, bireyi değersizleştirir, giderek kör eder. Üstelik bu tehlikeli bir yoldur, çünkü her zaman “ulu” veya “büyük” bir kılavuzun yolunda gitmeyi görev sayan birey, onsuz kaldığında bocalar veya başka bir kılavuzun yolundan gitme eğilimi taşır. Kendi aklını kullanma cesaretini hiçbir zaman gösteremez. Üstelik kendine başka kılavuzlar edinen kişiler olabileceği de düşünülürse, tartışma konuşma olasılıkları kapandığı için çatışmaların çıkması kaçınılmaz olur.

Varlığını başka bir varlığa armağan eden bireyden olsa olsa asker olur. İnsanın varlığı, onun en değerli şeyidir. Toplumsal yapılar, örgütler, devlet mekanizması bu varlığın iyi ve mutlu olması için vardır. Bu varlık, bir başkasına, bir ırka, bir millete, bir devlete armağan edilemez. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” dedirterek çocuklarımıza itaat etmeyi öğretip militarizmin kucağına atmış oluruz. Aklını kullanan, kendi kararlarını kendisi veren, soran ve sorgulayan bir birey olmasını beklemek ise bitmeyen hayalimiz olarak kalır.

“Ne mutlu Türküm diyene” için bir şey söylememe gerek duymuyorum doğrusu.
Zira, “Türküm” demek “Türk” olmak bizim için mutlu olmaya yetiyorsa, bizi bu dünyada övünülecek bir yere oturtuyorsa, bundan gurur duyuyorsak, ne diyelim?
Ne ala ne ala…
Sade okullarda değil hep beraber, hepimiz günde beş vakit söyleyelim…

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

"
"