Bazı sözcükler vardır ki, üzerlerine gerçek anlamlarının çok ötesinde olumsuz anlamlar yüklenir, bu bazen öyle güçlü bir yükleme olur ki, gündelik kullanımda asıl anlam tamamen unutulur. Bu talihsiz sözcüklere bizim dünyamızdan, entelektüel, liberal, postmodern sözcüklerini örnek verebiliriz.
Benim bugünkü sözcüğüm ise, beton. Beton bu talihsiz diyebileceğimiz sözcüklerden biri, öyle ki, beton denince kimsenin aklına güzel bir şey gelmez. Betonla birlikte hep açık alanlarını, yeşilini, güzelliklerini kaybeden kentlerimiz aklımıza gelir. Hepimiz sık sık şu cümleyi kurarız: "Gittikçe betonlaşıyoruz."
Oysa, oturduğumuz apartmanları, üzerinden geçtiğimiz köprüleri betonsuz düşünebilir miyiz? Beton, toplu yaşam alanlarımızı onsuz düşünemeyeceğimiz, basit ama çok önemli, vazgeçilmez bir malzeme; çimento su ve kumu karıştırdığınızda ortaya çıkan, kolayca şekil alıp hızla sertleşen ve mukavemet kazanan kaba bir malzeme.
Bugün beton kullanılan her yerde betonun bu kabalığı, çeşitli sıvalarla, boyalarla örtülüp gözden saklanmaya çalışılıyor. Pazar pazar nereden çıktı şimdi bu beton muhabbeti dediğinizi duyar gibiyim. Bir pazar günü, herkesin erken uyanılabilirse, kendisini beton yığınlarının dışına atıp yeşile, yani beton görmeden kahvaltı edebileceği yerlere koştuğu bir gündür değil midir? Öyledir tabi ama merak etmeyin benim de sizin pazarınızı betona bulayacak halim ve niyetim yok.
Betonun faydalarını da anlatacak değilim; o bir malzeme sadece, onun insanlar tarafından nasıl ve maksatla kullanıldığı önemli olan. Benim amacım zaten tam da bu kullanımla ilgili.
Geçtiğimiz Pazar gününü içinde geçirdiğim ve beton kullanımıyla ünlü bir mimari örneğinin nasıl güzel bir yaşam merkezine dönüştüğünü anlatmaya çalışacağım.
Barbican yapıları ve Kültür Merkezi, Brütalist mimarinin Londra’daki en ünlü yapılarından biri, beton da bu yapının brütalist tarzda yapılmış olmasında zaten. Şimdi gelelim mimarlık dünyasında üzerinde çok tartışılan, yaşadığımız şehirlerde örneklerini gördüğümüz, belki beğendiğimiz belki burun kıvırarak yanından geçtiğimiz brütalist mimariye.
En özet haliyle, brüt betonun ana malzeme olarak kullanıldığı, (adını buradan alıyor) diğer malzemelerin de olabildiğince ham olarak kullanıldığı ve kullanılan malzemelerin açıkta bırakıldığı yani üzerlerinin kaplanmadığı mimari anlayışa verilen ad brütalizm. 1950’li yılların başında İngiltere’de doğduğu ve oradan bütün Avrupa şehirlerine yayıldığı kabul edilir. Bu anlayışla yapılan dev binalar sayesinde 2. Dünya savaşı sonrasında yerle bir olan Avrupa şehirlerini yeniden kurmak, konut ihtiyacını hızla karşılayabilmek mümkün olabiliyor.
İşin estetiğine bakmadan en kolay malzeme olarak kabul edilen betonun adeta ham olarak kullanılmasıyla, binanın görünüşünün değil işlevinin önemsendiği dev binalar inşa ediliyor şehirlere. Bu binalarda, tekrar eden formlarla dev yapılar oluşturulurken, kaba betonu örtmek veya estetize etmek bir yana, binada kullanılan diğer malzemelerin de kapatılmaması açıkta bırakılması tercih ediliyor.
1980’li yıllarda terkedildiği söylenen tarzın, bugün Avrupa’nın büyük şehirlerinde önemli örneklerine rastlamak mümkün. Sovyetler Birliği ve savaş sonrası kurulan diğer sosyalist ülkelerde de brütalist anlayışın örneklerini sıkça rastlamak mümkün.
Ülkemizde bu mimari tarzı, Behruz Çinici tasarımıyla ODTÜ yerleşkesindeki binalarda görebiliriz. Dışardan bakana pek güzel göründüğü söylenemeyecek bu binalar bazen insana bitmemiş inşaat görüntüsü verirler.
Barbican, Londra merkezinde bu mimarinin en tipik örneklerinden biri olarak ayakta ve bugün için hem konut hem de yaşam alanı olarak çok önemli bir çekim merkezi halinde.
Barbican Kompleksi, mimarlar Chamberlin, Powell ve Bon tarafından tasarlanmış , 40 dönümlük bir araziye kurulmuş olan kompleks 1969 yılında açılmış. 13 teras evi ve 3 kuleden oluşan yapıda toplam 2014 daire mevcut. Teras evler yapay bir göl ve küçük yeşil alanlar etrafında toplanmış.
Bu evlerin en önemli bir özelliği ana binaları ve katlarının, cadde seviyesinden başlayan bir yaya güzergahı ile birbirine bağlanmış olmasıdır. Böylece yürüyerek bütün binalara ve katlara ulaşmanız mümkün olabilmekte.
Teras evler bölgesine araç girişi yok. Komplekste yer alan 3 kule ise 42 katlı ve 123 metreye ulaşan yükseklikleriyle Londra'nın en yüksek üç konut kulesi durumunda. Teras evler ve kulelere aralarında ünlü yazar ve siyasetçilerin de olduğu çeşitli isimler verilmiş, Cromwell, William Shakespeare, Daniel Defoe, Thomas More gibi.
Queen Elizabeth II tarafından 1982 yılında halka açılan ve bizi oraya çeken Barbican Centre ise bu beton komplekse adeta ayrı bir ruh katmış. Merkez bugün hala Avrupa'da türünün en büyük gösteri sanatları merkezi. Merkezde, yaklaşık 2000 seyirci kapasiteli, Londra ve BBC Senfoni Orkestralarının konser verdiği salon, 1150 seyirci kapasiteli tiyatro salonu, içinde sergi eksik olmayan bir sanat galerisi, 3 sinema, bir kütüphane, 7 konferans salonu, 3 restoran, 2 ticari sergi salonu ve çeşitli performans alanları bulunmakta.
Bunları neden anlattım, 2003 yılında Londra’nın en çirkin binaları seçilmiş bir kompleksten söz ediyoruz. Brütalist mimarinin bana sorarsanız da hiç çekici bir yanı yok. Bu mimarinin Londra’daki bir diğer ünlü örneğini de Thames kıyısında ilk gördüğümde içimden vah vah edip “bu da ne” dediğim National Theatre binası olmuştu. Gerçekten de bir beton yığını görünümündeki bu bina bugün Londra için önemli bir sanat merkezi olarak varlığını sürdürmekte.
Brütalist mimari, evet beton, pek etkileyici bir görüntüsü yok ama insanı içine çeken bir yere dönüşebiliyor demek ki. Barbican, brütalizmin betonunun sanatla nefes aldığı bir yer, puslu bir pazar gününde size de nefes aldırabilir.
Yolunuz düşerse eğer;
Barbican kültür merkezi / http://www.barbican.org.uk/
Barbican binaları / https://en.wikipedia.org/wiki/Barbican_Estate
Barbican evlerinin içten fotoğrafları için / https://www.theguardian.com/lifeandstyle/2016/oct/10/barbican-housing- photography-design-architecture