Bütün Türkiye olarak Marquez romanlarında yaşıyor gibiyiz. Gerçekle fantezi her geçen gün daha çok iç içe geçip, birbirine karışıyor. Akıl silikleşiyor, en akla aykırı gelen şeyler gerçeklik kazanıp normalleşiyor. Gerçeklik duygumuz hızla kayboluyor. Güzel ülkemizin, “ömrümüzü yemiş” bu yüklü gündeminden biraz uzaklaşabilme umuduyla Tate Modern’in kapısındayım. Burada ünlü bir sanatçının eserleri var, kafasının içinde başka bir dünya olan ve oradan gördüklerini bize aktaran bir sanatçı. Belki sıkıştırıldığımız dar gündemden biraz olsun çıkabilmemizi sağlayacak bir sanatçı.
Bir kadın, 20. Yüzyılı neredeyse boylu boyunca yaşamış, 99 yıllık uzun ömründe adeta hiç durmaksızın üretmiş bir insan, bir ressam, bir Amerika’lı, Georgia O’Keeffe Temmuz başından beri Londra’da, Tate Modern’de. Daha Ekim sonuna kadar da orada, Thames’e bakan Avrupa’nın bu en önemli sanat merkezinde dünyanın birçok yerinden gelen sanatseverleri çiçeklerine, ağaçlarına, tepelerine, çöllerine, iskeletlerine ve hepsinden daha çok da kendi ölümsüzlüğüne baktırmaya gelmiş.
Kadın ressam olarak anılmaktan hoşlanmıyor. O bir kadın. Bir ressam. Bir kadın ressam değil, bir insan. Georgia O’Keeffe, modern Amerikan resim sanatının en önemli ismi. Resimleri gençlik yıllarından başlayarak hep alıcı bulmuş. Tate Modern’deki sergide 13 salonda 100 den fazla resmi sergileniyor, sergilenen resimler arasında 2014 yılında rekor bir fiyatla, 44.4 milyon dolara alıcı bulan “White Flower No. 1” adlı resmi de var. Sergi aynı zamanda Georgia O’Keeffe’nin Amerika dışında açılan en büyük retrospektifi olma özelliğini de taşıyor. Sanatçının uzun yıllar süren kariyerinin hemen hemen bütün dönemlerinden en önemli eserleri getirilmiş.
Sergide ayrıca, genç yaşta bir ressam olarak tanınmasında büyük katkısı olan sevgilisi fotoğraf sanatçısı Alfred Stieglitz tarafından çekilen, hem bir sanatçı hem de bir kadın olarak bedenini cesurca sergilediği çıplak fotoğrafları da yer alıyor. Bu fotoğrafların 1920’li yıllarda çekilmiş ve sergilenmiş olması, O’Keeffe’nin kadın ve kadın bedeninin toplumsal algısı karşısındaki cesur duruşu hakkında ilk fikirleri veriyor. Stieglitz kendinden 23 yaş küçük genç O’Keeffe’ye aşık olup büyük bir tutkuyla çekmiş bu fotoğrafları(daha sonra eşinden ayrılıyor ve evleniyorlar.) Bu fotoğraflar sayesinde Alfred Stieglitz’in sanatçının eserlerindeki etkisini de gözleme şansını buluyoruz.
O’Keeffe, 1887 de doğup, 1986 da ölmüş. Son yıllarına kadar, dünya devrimleri, bağımsızlık savaşlarını, 1. ve 2. Dünya Savaşlarını, soğuk savaş yıllarını yaşarken o hep resim yapmış. Daha genç bir ressamken büyük bir öz güvenle “Kafamda daha önce hiçbir yerden öğrenmediğim, düşünceler ve şekiller var” derken içine gireceği yolun, modern resmin işaretlerini vermiş aslında. Sanatçı doğada gördüklerini olduğu gibi resmetmeyecek, o zamana kadar geçerli olan bütün resim kalıplarını kıracaktı. Modern sanat biraz da gerçekliğin alaşağı edilip yeniden yaratılması değil mi zaten? Öyle ki alaşağı edilen dış gerçekliğin yerini sanatçının görme biçimi ve yeniden yarattığı gerçeklik alacaktı.
Bu yaklaşım O’Keeffe’yi modern Amerikan resminin öncüsü yapar. Sanatçı bir çiçeği alıp, tuvalinde, tuvaline sığamayacağı kadar büyüterek sunar bize, böylece çiçeğin bilinen gerçekliği bambaşka bir boyuta taşınıyor. “Kimse çiçekleri görmüyor, onlar küçük ve herkes meşgul, oysa onları görmek zaman alır” diyor. Çiçekleri büyüterek bizi şaşırtıyor ve görmemizi sağlıyor O’Keeffe. Sanatçının tuvaline aktardığı çiçekler üzerine çok tartışılıp konuşuluyor. Özellikle feminist çevreler onun resimlerini seksüel çağrışımlarla dolu kadın cinselliğini öne çıkaran resimler olarak yorumluyorlar. Kadın bedenine bu yaklaşım birçok kadın sanatçı için çığır açıcı bir örnek olarak kabul ediliyor.
Sadece çiçekleri değil, hayvan kemikleri, kafatasları, yapraklar, bitkiler, kayalar, dağlar, çıplak tepeler, kıraç topraklar da büyütülüp, dış mekândan soyutlayarak sunuyor. Doğa, bize göründüğünden farklı olarak, sanatçının iç dünyasının eklenmesiyle, başkalaşmış bir şekilde tuvale yansıyor. İzleyici olarak bu resimlere bakıp ister seksüel, ister psikolojik, ister erotik anlamlar yüklemek, resmin içinde dilediğimiz kadar derinleşmek ise tamamen bize kalıyor.
“Dünyayı genişletecek şeyler görüyorum” diyor O’Keeffe, “keşke benim penceremden baksanız ve benim gördüklerimi siz de görseniz.” Biz resme bakarken bir bakıma, zaten onun penceresinden bakıyoruz, onun bize açtığı pencereden, daha önce görmediğimiz şeyler görüyoruz, bilmediğimiz renkler, şekiller, çizgiler… Bütün sanatçıların yapmaya çalıştığı da o değil mi zaten?
Georgia O’Keeffe bütün ömrünce dünyaya bakmış ve orada gördüklerinden yeni dünyalar yaratmış, yeni çiçekler, yapraklar, ağaçlar, dağlar ve gökyüzü…
Dünyayı genişletmiş ve önümüze koymuş.
Bizim de dünyamız genişlesin diye.