25 Aralık 2018

Katip Bartleby, Aristoteles ve çalışıp tüketerek çoğalan insanlık

Katip Bartleby gibi “yapmamayı tercih ederim”, “tüketmemeyi tercih ederim” diyebildiğimizde gelecek özgürlük ve işte o zaman Wall Street'ten dünyaya yayılan sistem poff diye çökecek…

Ünlü Moby Dick’in yazarı Herman Melville, 1856 yılında yayınlanan Katip Bartleby adlı novellasında Wall Street’te bir avukatlık bürosunda işe başlayan Katip Bartleby’nin hikâyesini anlatır.

19. yüzyılın ortalarında modernizmin doruklarda olduğu yıllarda iş dünyasının merkezi Wall Street’te geçen öykü, hayatın her bakımdan çalışmaya odaklandığı, bireyin üretim ve iktidar ilişkilerinin çarkları arasında adeta yok olduğu bir dünyayı yansıtır.  Sıradan bir kâtip olarak, bu dev makinanın ufak bir dişlisi olarak işe başlayan Bartleby, kitapta bir adı olan tek karakterdir. Penceresi Wall Street’in yüksek duvarlarına bakar, diğer çalışanlar gibi tanımlanmış bir işi vardır ve kendisinden beklenen işini en iyi şekilde yaparak sistemin dişlileri arasında, adıyla birlikte eriyip gitmesidir.

Başlangıçta kendisine verilen işleri çok iyi yapan bu garip adam, bir süre sonra, kitapta anlatıcı da olan, kendisini işe alan patronundan gelen bir başka iş talebini “yapmamayı tercih ederim” diye yanıtlar. Bu “evet” ya da “hayır” gibi beklenen bir yanıt olmadığı için, patronu şaşırır ve Bartleby’ye herhangi bir yaptırım uygulayamaz. Bartleby, bununla da kalmaz zaman içinde yapmakta olduğu işi de yapmaz olur ve kendisinden istenen bütün işler için aynı cevabı verir: “Yapmamayı tercih ederim”

İnsanı insanlıktan çıkaran modern zamanların çalışma dünyasını eleştiren bu hikâye, bütün insanların iş ve servet peşinde koştuğu, çalışan ve tüketen canlılara dönüştüğü günümüz dünyası için de oldukça düşündürücü mesajlar verir.

İnsanın zorunlu gereksinimlerin karşılayabilmesi hedefiyle yapması beklenen ve son derece doğal olan çalışmak eylemi, Orta Çağ sonrasında özellikle kapitalizmin yükselişe geçmesiyle birlikte kutsanır ve her türlü diğer insani faaliyetlerin önüne geçer. Bu kutsama, gelişme ve ilerleme ülküsüyle de birleşince insan olmak çalışma ve üretimle özdeşleştirilmiş olur, çalışmak insanın bütün zamanını tüketen en önemli ve değerli faaliyeti haline gelir.

Oysa bizim insan olmak bakımından sahip olduğumuz diğer özelliklerimizi kullanabilmemiz için boş zamana, zorunlu faaliyetlerimiz dışında kalan ve bize ait olan zamana ihtiyacımız vardır. Antik Yunan filozofu Aristoteles (MÖ 384-322),  her türlü düşünme etkinliği yapabilmek için insanın boş zamana ihtiyacı olduğunu söyler. Fakat bu boş zamanın, yan gelip yatmak, aylaklık etmek, “zaman öldürmek” anlamıyla bir ilgisinin olmadığını hemen belirtelim. Aristoteles’in anladığı anlamıyla “boş zaman” herhangi bir gerekliliğin yerine getirilmediği, zorunlu işlerin yapılmadığı, her tür kaygıdan uzak bir özgürlük durumudur. Çünkü zorunlu ihtiyaçların karşılanması için yapılan işler bizim özgürlüğümüzü elimizden alır. Dolayısıyla sadece çalışan insan, özgür bir insan değildir.

Çalışma saatlerinin eskiye göre azalmış olması, bu anlamda durumu çok da değiştirmemiştir. Eskiden kölelere özgü olan çalışma, günümüz dünyasının tüketim ve servet arzusuyla birleşince sadece yoksullar ve yaşam gereksinimleri için çalışmak zorunda kalan insanları kapsamaktan çıkmış, zenginler için de temel bir gerçekliğe dönüşmüştür.

Günümüz insanı her geçen gün artan/artırılan bitmez tükenmez ihtiyaçları uğruna daha çok çalışmak ve daha çok tüketmek zorunda kalan birer yaratığa dönüşmüş, çalışmak, tüketmek ve çoğalmak insanı tanımlayan diğer bütün öz niteliklerin önündedir artık. Böylece insanın, Aristoteles’in söylediği anlamda “boş zamanı” kalmamıştır. Bugün, tatil ya da boş zaman olarak adlandırılan ve çalışma aralarında kalan sıkıştırılmış zaman ise daha çok dinlenebilmek ve eğlenebilmek için kaygı içinde geçirilen bir zamandır. Öyle ki, çoğu zaman bu çalışma karşılığı elde edilen kazancın harcanmasına bile zaman kalmamaktadır. Tatil, yeniden daha iyi ve daha çok çalışabilmek için geçirilen her anlamda “boş” bir zamandır.

İçinde doğup büyüdüğümüz kültürün bizim önümüze serdiği bu yaşam anlayışı, bizi başka türlüsünü düşünemez hale getirmiştir.  İnsan denildiğinde onun diğer hayvanlardan farklı olarak düşünebildiğinden, aklını kullanabildiğinden söz ederiz fakat bizi diğer canlılardan ayıran, zorunlu gereksinimlerimizi gidermek, daha çok para kazanıp servet sahibi olabilmek için kullandığımız akıl ve düşünme becerimiz değildir.

Aristoteles, Politika adlı eserinde özgür insan için üç yaşam tarzı belirler: Haz arayışındaki yaşam, genel ve soylu amaçlar üreten yaşam ve düşünmeye adanmış yaşam. Bu üç yaşam tarzı da temel ihtiyaçları sağlamak için yapılan faaliyetlerin dışındadır. Filozofa göre, mutluluğun en yüce biçimi ise derin düşünmeye adanmış, insanın kendisiyle kalabildiği bir yaşamdır. Özgür bir insana yakışan da budur.

Daha çok çalışmak, daha çok üretmek, üretilmiş olan şeyleri satmak, daha çok üretilmiş şeyleri satabilmek için insanları daha çok tüketen birer varlığa dönüştürmek ve bir de çoğalmak, daha çok çoğalmak bütün bu koşuşturmada insanın kendisini unutması… İşte geldiğimiz noktada durumumuz bundan ibaret. Oysa bizim insan olarak daha çok zamana, kendimize ait boş zamana ihtiyacımız var ve boş zamanlarımız çalışma zamanlarımızın önüne geçtiğinde gerçek anlamda özgürleşebiliriz ancak.

Katip Bartleby gibi “yapmamayı tercih ederim”, “tüketmemeyi tercih ederim” diyebildiğimizde gelecek özgürlük ve işte o zaman Wall Street’ten dünyaya yayılan sistem poff diye çökecek…

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

"
"