İzmir soğuk ve yağışlı bir cuma gününde bir gün önceki bombalı saldırı girişimini canını feda etme pahasına önleyen Fethi polisin cenazesini kaldırdı. Daha İstanbul vahşetinin dumanı tüterken gerçekleşen bu saldırı kahraman bir trafik polisinin siper olması sayesinde çok “ucuz” atlatılmasına rağmen, İzmir halkı üzerinde büyük bir panik yaratmaya yetti. Saldırı sonrası Fethi Polis üzerinden öyle bir kahramanlık, şehitlik ve “İzmirlilik” söylemi yayıldı ki artık ülkenin neredeyse haftalık rutini haline gelen, her an, her yerde, herkesin hedef ve kurban haline gelebileceği terör saldırılarını, bundan sorumlu olanları, bu sorumluların terörü kınamanın ötesinde bir şeyler yapmaları gerektiğini konuşmayı unuttuk. Kahramanca kendini feda eden Fethi polis sayesinde, ülkenin bu hale gelmesinden sorumlu olanlar her zamanki gibi birlik ve beraberlik, şehitlik nutuklarına sarılıp işin içinden çıkıverdiler.
Aynı gece tam da bu bombaların neden yurdun her yerinde masum bedenlerimizi paramparça ettiğini, neden ülkenin giderek bir kan gölüne döndüğünü, neden çoluk çocuk genç yaşlı demeden her kesimden insanımızı feda ettiğimiz savaş ve çatışma bataklığına giderek daha çok saplandığımızı sorgulayan, sorunlara şiddet ve kanla değil, görüşmeler yoluyla çözüm bulunmalıdır diyen, savaş değil barış isteyen akademisyenler onlarca yıldır çalıştıkları fakültelerinden ihraç edildiler. İkinci yuvalarından, öğrencilerinden koparıldılar.
Fethi polisin cenazesinin kalktığı gece tam da Fethi polisler ölmesin, terör denen canavara onun gibi bedenler siper olmasın, Fethi polis ne kahraman ne de şehit olsun, o üç çocuğunun babası olarak kalsın, onları büyütsün dedikleri için akademisyenler ihraç edildiler.
Bildiğiniz gibi, cuma gecesi yayınlanan yeni bir kanun hükmünde kararnameyle 631 akademisyen ihraç edildi, bunların 42’si Barış Bildirisi imzacısıydı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşlarım, felsefe bölümünden Prof. Dr. Nilgün Toker Kılınç, Prof. Dr. Zerrin Kurtoğlu Şahin, Yrd. Doç. Dr. Ali Serdar Tekin, psikoloji bölümünden Prof. Dr. Melek Göregenli ve sosyoloji bölümünden Yrd. Doç. Dr. Lülüfer Körükmez de bu isimler arasındaydı.
Çaresizlikle eski günleri, uzun yıllar öncesini hatırladım. 1980 darbesinin en hareketli yıllarıydı. Büyük bir tutkuyla felsefe okumaya gelmiştim İzmir’e ama yeni kurulan YÖK hızla üniversiteleri kurutmaya başlamıştı, bilimsel ve mali özerklik yok ediliyor, dersler tek tipleştiriliyor, her şey içi boşaltılmış kof bir Kemalizm’le örtülüyordu. Askeri cuntanın çıkardığı 1402 sayılı yasayla en saygın hocalar görevlerinden ihraç ediliyordu tıpkı şimdiki gibi. Diktatör Kenan Evren, meydanlarda halk popülizmi yapıyor, üniversitelerle, hocalarla, aydınlarla herkesle kavga ediyordu. Tabi kısa bir sürede ortada pek felsefe filan kalmadı. Bunları düşününce, bu kadar yıldan sonra, şimdi daha kötü bir noktada olmanın sıkıntısı çöktü içime.
Cuma gecesi KHK ile ihraç edilen hocalar o yıllardan dönem arkadaşlarım, fakülteyi o kötü zamanlardan bu günlere kadar taşıyan arkadaşlarım. Edebiyat Fakültesini onlarsız düşünmek çok zor. Hele felsefe bölümü, Nilgün Toker Kılınç’ın deyişiyle “Özellikle Felsefe Bölümü kötürümleştirilmiştir. Kendim için değil öğrencilerim için canım yanıyor. Beni üzen tek şey, öğrencilerimizin yaşadığı endişe, korku ve hayal kırıklığı. Bu, bütün geleceğe ve birikime saldırıdır.”
Peki ne yaptılar bu insanlar?
Onlar bir akademisyen, bir felsefeci, bir aydın olmanın duyarlılığıyla davrandılar. Ülkenin bir bölümünde acımasız bir savaş yürütülürken buna duyarsız kalamadılar, vicdan sahibi herkesi de duyarlı olmaya çağırdılar. Toplumsal sorunların çözümünde çatışma yerine müzakereyi, savaş yerine barışı yükseltmek gerektiğini söylediler. Bu kadar kan dökülmek zorunlu değil dediler, eğer samimiyetle istenir ve çaba gösterilirse barış olabilir, kimse ölmeyebilir dediler…
1128 aydının imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiri büyük bir öfke nöbetiyle karşılandı. Çünkü muktedirler savaş boyalarını sürmüş ve iktidarını ayakta tutmanın yolu olarak gerilim ve şiddeti keşfetmişti. Erdoğan barış imzacılarına yağdı gürledi, onları teröre destek vermekle suçladı, bunun hesabını soracağız dedi. Süreç hemen başladı, soruşturmalar, ifade almalar, gözaltılar… Bazı imzacılar sorgusuz sualsiz anında işlerinden oldular. Çember yavaş yavaş genişletildi, öyle ya “hesap sorulacak” denmişti. Hukuka, yasalara takılınması durumunda ise “Allah’ın bir lütfu” imdada yetişti. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ne demişti Erdoğan, “Bu Allah’ın bizlere bir lütfu, bu girişim olmasaydı, şu an yaptıklarımızı yapabilir miydik? Yapamazdık.” 15 Temmuz sonrasında bu “lütfun” iktidar için ve Türkiye için ne anlama geldiğini geçen beş ayda yaşadık ve giderek derinleşen bir şekilde yaşamaya devam ediyoruz. O gün bugündür OHAL altında ve kararnamelerle yaşıyoruz. Darbecilere karşı herkesin desteğini alarak başlayan süreç, züccaciye dükkanına dalmış fil misali on binlerce masum insanı da kırdı döktü. Süreç en başından beri sadece darbeci ve darbeci yandaşlarıyla yetinmedi, iktidara muhalif olan bütün kesimlere yöneldi. Kürtlere karşı çok önceden başlatılmış savaş, onların bütün demokratik siyaset yapma olanaklarını ellerinden almaya yönelik olarak genişletildi. Ülkede ne kadar farklı ses varsa bastırıldı. OHAL bahanesiyle hükümeti destekleyenler dışında bütün gösteri ve yürüyüşler, basın açıklamaları, her türlü tepki yasaklandı. Sokak susturuldu, kimse gıkını çıkaramaz hale getirildi. Öyle bir noktaya geldik ki, iktidarı desteklemiyor farklı bir şey söylüyorsan, ya teröristsin ya da terör destekçisi, ya FETÖ’cüsün, ya PKK’lı.
Bütün bunlar yaşanırken hangi noktaya geldik peki? Yıllardır iktidarların söylemekten bıkmadıkları “terörün kökü mü kazındı?” Artık daha mı güvendeyiz, daha mı mutluyuz? Daha mı huzurlu uykularımız? Çocuklarımız daha mı iyi eğitim alıyor? Üniversitelerimizde daha mı çok bilim yapılıyor? Ülkemizin dünyada daha mı saygın bir yeri var? Cevabını sizler verin.
Ey ülkeyi sonsuza kadar KHK’lerle yönetmeyi hayal eden kafalar, bakın fakülteyi kurutmak pahasına ihraç ettiğiniz hocalar neler diyorlar, onların sözleri yaptığınız şeyin asla başarılı olamayacağını, onları bulundukları yerlerden koparamayacağınızı, buna gücünüzün yetmeyeceğini gösteriyor.
“Yapmadıklarımdan/söylemediklerimden dolayı sorumlu olmaktansa, yaptıklarımdan/söylediklerimden dolayı "suçlu" ilan edilmeyi onurla yüklenirim....
Sevgili öğrencilerim, değişmekten vazgeçmediğiniz sürece felsefe öğrencisi ve bizim öğrencimiz olacaksınız emin olun...
Elbet yolumuz bir gün bir yerlerde tekrar kesişir, buluşuruz...” Prof. Dr. Nilgün Toker Kılınç
“Canım öğrencilerim, hiç üzmeyin kendinizi… biz derslerimize devam ederiz. Okulda olmaz her yerde olur, yaşasın HAYAT ve BARIŞ”
“Bu memleket iyiliği hak ediyor, adaleti, barışı, sükuneti, hayata ve barışa inanmaya devam edelim . bu günleri, bu karanlığı aşacağız hep beraber.” Prof. Dr. Melek Göregenli
“Kendime Notlar
Kalp pes ettiği gün ölür insan...
Umut da aşk da ölür
Bütün zamanların zalimleri bunu bilirler
Kalbine yakın uyu bu yüzden
Tedirgin güvercinlerin inatçı gözlerini
Bir damla su hatrına açan çiçekleri
Eksiltilmiş bir çocuğun oyun hasretini
Ve yıkılmış şehirlerin hafızasını düşün
Sonra başını kalbine yasla
Kalbine yakın uyu…
Bereketli bir can daha doğur kendinden...” Prof. Dr. Zerrin Kurtoğlu Şahin
NOT: KHK ile ihraç edilen hocalarımız ile dayanışmak üzere 9 Ocak 2017 pazartesi saat 17.30’da Konak eski Sümerbank önünde KESK DİSK TMMOB VE TTB’nin ortak davetiyle bir basın açıklaması gerçekleştirilecektir.