Bildiğiniz gibi 16 Nisan’da yapılacak olan referandumda “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine” geçiş olarak da adlandırılan anayasa değişikliklerini oylayacağız. Şimdi öncelikle eğri oturup doğru konuşalım ve bu tumturaklı adı bir kenara bırakalım, çünkü yapılan değişiklikler özellikle Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra Türkiye’nin en önemli ihtiyacı olarak dillendirdiği başkanlık sistemine geçiş yönünde değişikliklerdir. Bu değişik adlandırmaya neden ihtiyaç duyulduğunu siz takdir edin. Adı bir yana, yapılan değişiklikler siz ister başkan deyin ister Cumhurbaşkanı deyin fark etmez, bu makamda oturan kişinin yetkilerinin artırılmasıyla ilgilidir. “Bu kötü mü? Erdoğan gibi bir liderin daha çok yetkiyle donatılmasının ve Türkiye’yi daha da ileriye götürmesinin ne gibi sakıncaları olabilir?” diyebilirsiniz. Ben dilim döndüğünce bunun şimdi ve ilerde olası sakıncalarını anlatmaya çalışacağım. Zaten olması gereken de evet ya da hayır diyenlerin halkın önüne çıkarak, neden öyle dediklerini anlatmaları değil midir?
Cumhurbaşkanı Erdoğan öncülüğünde başlatılan “Evet” kampanyasında şu ana kadar gördük ki neden evet denilmesi gerektiği konusunda herhangi bir gerekçe ortaya konulabilmiş değil. Gerek Cumhurbaşkanı gerekse de en üstten başlayarak bütün hükümet yetkililerinin temel söylediği şey hayır diyenler hakkında olumsuz görüş bildirmekten öteye gidemiyor. “Bakın şunlar şunlar hayır diyor, o zaman siz evet demelisiniz." Bunun dışında da siyasi slogan olmanın ötesine geçebilecek bir söylem duymadım ben: Evet denince daha güçlü bir Türkiye olacak, terör bitecek, dolar düşecek, ekonomi düzelecek ve bir anda memleket cennet olacak. Tabi aklı başında, sağduyu sahibi her Ak Parti destekçisinin bu söylem karşısında şu soruları en azından kendi kendine, bir iç sesle sorması gerekir. “İyi de biz muhalefette değiliz ki, neredeyse 15 yıldır tek başına iktidardayız zaten, tamam ilk yıllar sıkıntılarımız oldu ama şimdi neyimiz eksik? Cumhurbaşkanı bizde, başbakan ve hükümet bizde, Allaha şükür FETÖ’yü filan da temizledik, şimdi OHAL de var, neden bu yasa değişikliğini yapıyoruz, ülkede bir çift başlılık sorunu mu var, öyle olsa Cumhurbaşkanımız değiştirmez mi hemen başbakanı, bakanı?” Bu sorulara cevap aradığımızda aslında yapılmaya çalışılan değişiklikleri de daha iyi anlayabilme yolumuz açılmış olur.
Başta da söyledim, yaşadığımız bütün bu sürecin temel odağı Cumhurbaşkanlığı kurumunun yetkilerinin artırılmasıyla ilgilidir. Hatırlayalım, Cumhurbaşkanının yetkileriyle ilgili sıkıntıyı ilk olarak Turgut Özal hissetmişti. Şöyle ki, güçlü bir şekilde iktidardasınız, başbakansınız ama Cumhurbaşkanı olunca yürütme adına birçok yetkinizi bırakmak durumunda kalıyorsunuz; oradaysanız, burada olamıyorsunuz ve fiilen yürütme sizsiz kalıyor. Turgut Özal bu sorunu Yıldırım Aktuna ile aşmaya çalıştı, yerine öyle birini bıraktı ki asla sözünden çıkma olasılığı olmasın. Bugün Erdoğan’ın sorunu da aynı, var olan anayasal çerçeveye sığamamak; hem Cumhurbaşkanı olayım, hele ki halk seçti beni, hem de her şey olayım, yetkisiz, süs Cumhurbaşkanı olmayayım istiyor. Durum açık aslında, bu, bütün yetkileri kendi elinde toplama isteğidir. Şaşırtıcı değildir. Tarihte birçok siyasi kişilikte aynı istek görülmüştür.
Peki olur mu?
Neden olmasın, hem Cumhurbaşkanı, hem başbakan, hem bakanlıklar hepsi bir kişinin elinde toplanabilir. Yapılan yeni anayasa değişiklikleri bunu mu sağlıyor? Evet. Örneğin Cumhurbaşkanı aynı zamanda Başbakan da olacak, Bakanlar Kurulu’nu oluşturacak, başkanlık edecek ve denetleyecek, pek de kimseye hesap vermeyecek, yasayla öngörülen bu. Diyebilirsiniz ki “halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı, neden bunları tek başına yapamasın, bunun ne sakıncası var, tam tersine güç tek elde toplandığı için, işler daha hızlı ve istikrarlı bir şekilde yürümez mi?” Hayır!
Bir kişi ne kadar karizmatik ve ne kadar o toplum için ideal düzeyde iyi bir lider olursa olsun, bu kadar güç ve yetkiye tek başına sahip olması bazı tehlikeleri beraberinde getirir. Şöyle ki, siz bugüne kadar Erdoğan’ın yaptıklarını çok değerli buluyor ve çok takdir ediyor olabilirsiniz, onun ne yaparsa yapsın Türkiye’nin iyiliği için yaptığını düşünüyor olabilirsiniz, buna kimsenin bir diyeceği olamaz o sizin siyasi tercihinizdir. Ama şimdi diyelim ki referandumda evet çıktı, 2019 tarihi geldiğinde, Erdoğan ben artık çok yoruldum, şimdiden sonra ailemle vakit geçireceğim, ya da sağlık durumum artık elvermiyor başka biri aday olsun derse, ya da Allah geçinden versin ölümlü dünya, Erdoğan hakkın rahmetine kavuşursa, var mı yerine ikinci bir adayınız? O kadar yetkiyi ve gücü kime verebileceksiniz? Olası isimleri aklınızdan geçirdiniz ve şöyle bütün kalbinizle “işte o yapar” dediğiniz kimseyi bulamadınız değil mi? “Yok, ama çıkacaktır” da demeyin. Elbette de çıkacaktır birileri ama siz aynı gönül rahatlığı içinde olabilecek misiniz? Burada tek ve güçlü bir lidere her şeyi bağlamanın sakıncası açıkça görülüyor. İşin bir diğer tarafı, ya bugün karşı kutupta ve düşman gördüğünüz, hiç de sizin gibi düşünmeyen bir aday Cumhurbaşkanı olursa ne olacak? O zaman da bu kişi, başta sizin olmak üzere hepimizin ve ülkenin canına okumaz mı?
Devam edelim, gücü elinde toplayan kişinin o gücünü her zaman istenen şekilde kullanacağını nasıl garanti edebiliriz? Ya onu keyfi olarak kullanmaya başlarsa ve o gücü bırakmamak için her türlü yola başvurursa ne olacak? Böyle bir durumda yasada denetim mekanizmaları düzenlenmiş demeyin, onlar asla hayata geçemeyecek düzenlemeler. Tamam, şimdiki adayınızın böyle bir şey yapmayacağından emin olabilirsiniz ama ya sonrakiler, çocuklarınızı kim yönetecek. Halkın oylarıyla seçilmiş olması hiç güçlü bir dayanak değil maalesef, çünkü halkın seçiminin her zaman iyi bir seçim olduğunun da garantisi yok. Geçmişte ve bugün yaşanan örneklere baktığımızda adı pek de iyi anılmayan birçok liderin halk tarafından seçildiğini veya her türlü yolu kullanarak seçimleri bir şekilde kazanmayı başardığını görebiliriz.
Örnekler üzerinden devam edelim, YÖK bildiğiniz gibi 12 Eylül’ün çocuğu olarak, o dönemde üniversiteleri baskı altına almak amacıyla oluşturuldu ve anti demokratik yapısı nedeniyle çok eleştirilmesine rağmen bunca senedir ayakta kalabildi. Neden? Çünkü her gelen iktidar onu kendi siyaseti doğrultusunda kullandı. 90’lı yıllarda başörtülü öğrencilerin, hocaların tepesine çöken onlara hayatı zindan eden, iktidar değişince “cemaatçi” yeni adıyla FETÖ’cü kadroların üniversitelere yerleşmesi için kol kanat geren, şimdi de FETÖ’cü avına çıkan yine aynı YÖK.
Diğer bir örnek; üniversite içinde yapılan seçimin sonucuna göre YÖK Cumhurbaşkanına üç aday ismi gönderiyor, Cumhurbaşkanı da bunlardan istediği birini rektör olarak atıyordu. Beklendiği gibi olmuyor, bazen Cumhurbaşkanı en az oy alan adayı rektör olarak atayabiliyordu. Bunun hem çok oy alan aday için hem de ona oy verenler için ne kadar incitici olduğunu siz düşünün. Yetkinin bu şekilde kullanılması Ahmet Necdet Sezer yaptığında da Abdullah Gül yaptığında da Tayyip Erdoğan yaptığında da bir şey değişmez, hep inciticiydi. Çünkü keyfiydi, cumhurbaşkanları kendi siyasi görüşleri doğrultusunda atama yapıyorlardı. Sorgulanamıyordu da, yasa o yetkiyi vermişti bir kere.
Burada sorunun kişilerden çok, kişilerin veya kurumların donatılmış olduğu yasal yetkilerle ilgili olduğu açık. Demek ki, kullanan kişinin niyeti ya da sizin ona yakınlığınızdan bağımsız olarak, kötüye kullanmaya uygun bir yetkinin olması problem.
Bu örnekleri neden hatırlıyoruz?
Bugün yeni anayasa düzenlemesiyle bütün yetkileri verdiğiniz Cumhurbaşkanı sizin için iyi olabilir ama o yetkilerin yarın nasıl ve başka kimler tarafından kullanılabileceğini düşünelim diye.
Başka bir taraftan bakalım şimdi; insan değişme ve yanlış yapma potansiyelini her zaman içinde taşır, bu anlamda mükemmel bir insan yoktur. İnsanın bu özelliklerini yok sayılıp adeta kutsanması kim olursa olsun o insan için büyük kötülüktür. Bugün size göre ideal özellikler taşıyan bir insanın yarın ne yönde değişeceğini bilemezsiniz. Üstelik hayat bize göstermektedir ki, güç ve iktidar yüklemesinin insanı bozma olasılığı çok yüksektir.
Şimdi şöyle bir düşünün eskiden çok değer verdiğiniz ama bugün selamı sabahı kestiğiniz hatta düşman gördüğünüz kaç insan var? Neden böyle oldu? Onlar mı değişti yoksa siz mi? Örneğin Ahmet Davutoğlu, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik… Bir zamanlar çok değer verdiğiniz bu insanlar artık sizin için aynı değerde değiller değil mi? Bir şeyler değişti ya onlar yanlış yaptı ya da siz. Hiç kimse için ama o yanlış yapmaz diyemezsiniz. Olmadı Fethullah Gülen’i düşünün, bugün bütün kötülüklerin anası, terörist olarak görülen bu kişi 3-5 sene öncesinde eli öpülesi önünde divan durulası bir muhterem kişi değil miydi? Ne oldu da bu kadar uç bir yere savruldu. İnsan bu kadar mı yanılır veya yanıltılır.
İktidar için, yönetebilmek için elbette güç gereklidir, fakat bu güç ne kadar çok denetime açık olursa yanlış ve kontrolsüz kullanılma olasılığı da o kadar azalır. İnsanın bu özelliklerini yok sayıp ona denetimsiz güç vermek tehlikelidir çünkü gücün kontrolsüz kullanımı her zaman mağduriyetler yaratır. Bugün herkesin eleştirip sorguladığı 12 Eylül kontrolsüz güç kullanımına iyi bir örnektir. Bütün yetkiler beş kişilik askeri cuntanın elinde toplanmıştı. Ne yaşadık? Yüzbinlerce insan hâksiz yere gözaltına alındı işkence gördü, işinden atıldı, hapislerde yattı, bazıları idam edildi. Bugün 12 Eylül’ü savunan kimse var mı? 15 Temmuz sonrası uygulamaya konulan OHAL de aynı şekilde mağduriyetler yaratıyor, çünkü yapılan şey, sorgusuz sualsiz uygulanan bir güç kullanımıdır. İnsanlar işlerinden atılıyorlar, mallarına el konuluyor, yok yere tutuklanıp aylarca iddianame bile olmadan, yargıç karşısına çıkarılmadan hapis yatıyorlar.
Yapılacak anayasa değişikliğinin, istikrar getireceği çok başlılığı ortadan kaldıracağı ve güçlü bir Türkiye yaratacağı söyleniyor. Doğrudur tek elde toplanmış bir güç istikrar getirir ama bu istikrarın ne pahasına olduğunu düşünmek gerekir. 12 Eylül öncesi ve sonrasında, evet darbe istikrar getirmiştir. Parlamentoyu ve siyasi partileri kapatırsanız siyasi istikrarı sağlamış olursunuz. Tek parti iktidarının olduğu ya da bir tek liderin sözünün geçtiği ülkelerde evet istikrar vardır. Bütün diktatörler istikrar vaadiyle güç ve yetki isterler ve her tür diktatörlük ve totaliter rejimler güce dayalı istikrar için iyi birer örnektirler. Eğer toplumu baskı altına alır ve farklı düşünen bütün sesleri devletin gücüyle hapishanelere doldurursanız istikrar sağlayabilirsiniz ama bu yolla sağlanan bir istikrar sizi nereye kadar götürür düşünmek lazım.
Güçlü devlet kavramı da güçlü lider gibi çeşitli tehlikelere açık bir kavramdır. Çoğu zaman komşularına karşı, dünyaya karşı bir tehdit söylemini yanında taşır. Kime karşı güçlü olunacak? İç ve dış düşmanlara karşı. İç düşman iktidardan farklı düşünen muhaliflerdir, dış düşman bazen komşulardır, bazen uzak devletlerdir bazen de hayalidir ve iki düşman da iktidarlar için çok kullanışlıdırlar. Kuşkusuz güçlü devlet kendi yurttaşını mutlu eden, herkesin inanç ve düşüncesi ne olursa olsun kendini özgürce ifade edebilmesini güvence altına alan, komşularıyla, dünyayla barışık bir devlettir. Güçlü devlet, bütün yetkileri elinde toplamış, güçlü bir liderle değil, toplumun en geniş katılımıyla sağlanmış bir uzlaşımla olur ancak. Devam edecek…