İnsanın sahip olduğu ayırıcı özelliklerden en önemlisi olarak sayılan düşünme eylemi, sanıldığının aksine çok az kullandığımız bir özelliğimiz. Daha da ileri giderek söylenebilir ki, gündelik yaşantımızı sürdürürken düşünmeye çok da ihtiyaç duymuyoruz, bu ihtiyacın giderek azaldığını, azalmaya devam ettiğini iddia etmek de mümkün. Yaşayıp gidiyoruz işte…
Bizim genellikle düşünme olarak adlandırdığımız faaliyetler, gündelik ihtiyaçlarını giderme yolunda, bir problemle ya da bir engelle karşılaşan insanın, bu problemi çözüp, engelleri aşarak yoluna devam etmek için ya da hayal kurmak, geleceği planlamak için yaptığı faaliyetlerdir. Karnımı nasıl doyuracağım, kendime nasıl eş bulacağım, başarılı olmak için ne yapmalıyım, sevilen ve saygın biri nasıl olurum, kışın üşümemek için hangi önlemleri alacağım diye düşündüğümüzde yaptığımız şey bu türden bir düşünmedir. Bazen bu faaliyetimizi “kafa yormak” olarak da adlandırırız. Hemen şunu söyleyelim ki adına biz “düşünme” demesek de bu faaliyet bütün canlılarda görülür. Biraz daha ayırıcı olmak için, bir laboratuvarda yapılan insan sağlığıyla ilgili bilimsel bir çalışmayı, hayatı kolaylaştıracak teknolojik bir buluşun peşinde koşarken yapılan işi örnekleyebiliriz; daha üst sayılabilecek bu faaliyetlerle kendimizi diğer canlılardan ayırıp üstün bir yere koymaya çalışsak bile, sonuçta bunlar da pratik yararlar için yaptığımız şeylerdir.
Öyleyse düşünme faaliyeti, başka bir şey için değil de bizzat kendisi için yapılan bir şey mi olmalı? Antik Çağ’dan bugüne felsefeciler düşünme eylemine, insanın pratik ihtiyaçları için kafa yormasından farklı bir anlam yüklemişler. Düşünme faaliyeti temel ihtiyaçlarını karşılamış, kendini bu zorunluluklardan kurtarabilmiş insanın işi olarak görülmüş. Yani herkesin yapabildiği bir şey değil düşünmek. Sokrates düşünmeyi yaşamın sorgulanması olarak görmüş ve bunun dışındaki bir hayatı pek de anlamlı bulmamış. Platon düşünmeyi, “Başkalarıyla ve yüz yüze değil de kendi kendine ve sessizce gerçekleştirilen bir diyalog” olarak tanımlamış. Aristoteles’e göreyse yaşamak için çalışmak zorunda kalan insanın düşünmeyle filan hiç işi olmaz zaten, çünkü o zaten özgür değildir. Özgür insan içinse üç tür yaşam olabilir: Haz arayışındaki yaşam, genel ve soylu amaçlar üreten yaşam ve düşünmeye adanmış yaşam. Dikkat edilirse, bu üç yaşam tarzı da temel ihtiyaçları sağlamak için yapılan faaliyetlerin dışındadır. Mutluluğun en yüce biçimi ise derin düşünmeye adanmış, insanın kendisiyle kalabildiği bir yaşamdır.
Düşünmek, demek ki, insanın kendisiyle kalarak, herhangi bir ihtiyacını karşılamak için değil, düşünmenin kendisi için, varlık, varoluş, yaşam, ölüm, aşk, evren hakkında derinleşmesidir. Bunu neden yapar insan? İşte belki de insana yüklenen “düşünen” olma özelliği burada kendini gösteriyor. Bunu herhangi bir şey için değil de sadece insan olduğu için yapar. Peki, yapar mıyız? Pek değil. Bazen, özellikle ölüm, hastalık, felaketler gibi sarsıcı şeyler yaşadığımızda, düşüncelerimiz yaşamın anlamı üzerinde biraz odaklanıp derinleştiğinde hemen rahatsız olur, paniğe kapılır ve “kafamızı dağıtmaya” çalışırız. Düşünmeye yönelik bildiğimiz olumsuz yargılarımız yardımımıza koşar gelirler: Düşün düşün nereye kadar. Düşün düşün b.ktur işin. Fazla düşünmek akla zarar. Düşünmekten beynim yandı vb.
Platon’un yukarda andığımız düşünme tanımına yeniden dönersek, “Düşünme başkalarıyla ve yüz yüze değil de kendi kendine ve sessizce gerçekleştirilen bir diyalogdur” diyordu. Buradaki diyalog sözüne dikkat etmek lazım. Diyalogda bir karşılılık durumu vardır. Yani diyalog olması için en az iki özneye ihtiyaç var. Platon’un dediği anlamda bu ikinci şey insanın yine kendisini karşısına koymasıdır. Fakat buradaki kendi kendine diyalogdan da bazen kafamızda döndürdüğümüz, “acaba öyle mi yapsam, yoksa böyle mi? Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor” gibi sayıklamalarımızı anlamamak gerekir. Başkası ile girilen diyalog ne olacak peki? Bu diyalogdan da karşımızdakiyle yaptığımız gündelik muhabbetleri anlamamalıyız tabi. Yanlış anlaşılmasın bu muhabbetleri küçümsemiyorum, ama bunların bir düşünme alışverişi olmadığını söyleyebiliriz. Gündelik diyaloglarımızın hemen hemen tamamını havanın o günkü durumu, trafik, yenilen yemek, giyilen giysi, okul, veya işte olup bitenler oluşturur. Başkasıyla yapılan diyalog, Platon’un dediği anlamda düşünen iki insanın karşılaşmasıyla gerçek bir diyaloga dönüşecektir ancak.
Kişiler arasında başka türlü bir diyalog olarak sokratik diyalogu anabiliriz bir de, bu diyalog biçimi, insanların birbirlerinin düşüncelerini, doğrularını sorgulaması ve karşılıklı olarak tartmasıdır. Platon’un eserlerinde kullandığı bu diyaloglarda da ortaya bir sonuç çıkmaz, yani aktörlerden biri doğruları söyleyip son noktayı koymaz. Konuşmacılar sorgulama sürecinde kendi düşüncelerinin ya da kanaatlerinin eksiklerini, zayıflıklarını görmüş olurlar, neyi bilmediklerinin farkına varırlar.
Politik bir varlık olarak insan için diyalog elzemdir fakat diyalog için önce düşünme faaliyeti gelmelidir. Yani insan önce düşünecek, kendine çekilip, kendiyle diyaloga girecek sonra ancak benzer durumdaki başkasıyla düşünce alışverişinde bulunacak ve bu sırada kendi düşüncesinin ve kanaatlerinin zayıflıklarının farkına varacak. Yoksa diyalogdan bir tarafın kendi görüşlerini, doğrularını karşısındakine aktarmasını karşı tarafın da bunları onaylamasını anlamamak gerekir.
Gündelik koşturmacalarımız içinde düşünmek eyleminden giderek uzaklaştığımız açık. Bırakın filozofların düşünmeye yüklediği anlamı, basit sorunlarımız için bile teknoloji sayesinde kafa yormaz hale geldik.
Oysa düşünme bir kendine çekilme, bir organizasyon işi, yorucu bir iş. Cioran’ın dediği gibi bazen “kendimizi çekilmez kılmak pahasına yalnızlığımıza göz kulak olmalıyız.” Düşünme, yalnız yapılması gereken bir iş çünkü.