“Hakikat, direnen bir zihne zorla girmez.”*
Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, Alef adlı öyküsünde bir şairin evinin bodrumunda keşfettiği ve bütün evreni eş zamanlı olarak gördüğünü söylediği bir Alef’ten söz eder. İbrani alfabesinin ilk harfi olan ve çeşitli inanışlarca farklı anlamlar yüklenen Alef, bütün noktaları içeren tek bir noktadır, öyle ki bu noktadan bütün evren aynı anda görülebilmektedir. Öyküde anlatıldığı biçimiyle Alef’i keşfeden şair bu deneyimini yazarımızın (anlatıcı) da yaşaması için onu evine davet eder. Alef’in görülebilmesi için, şairin evindeki bodrumda karanlıklar içinde yalnız kalmak, belli bir şekilde yatmak ve belli bir noktaya odaklanmak gerekmektedir. Görüleceğinin garantisi yoktur, bu kendisine sunulmuş bir şanstır ve eğer yeterince isterse bu deneyimi yaşayabilecektir. Şairin kılavuzluğunda bodrumun karanlığında sırtüstü yatan yazar kısa bir süre sonra Alef’i görür.
Bu sefer de temel sıkıntı Alef’i nasıl anlatacağıdır. Sözcükler nasıl yetecektir bunu anlatmaya? “Aynı sorunla karşılaşan mistikler simgelerden medet ummuşlar” Fakat o “anlattığıma, uydurmacılık, edebiyat bulaşmış olacak” kaygısıyla böyle yapmak istemez. “Yapmak istediğim şey gerçekten de olanak dışı. Çünkü, sonsuza kadar giden bir dizinin birimlerini sıralamak olanaksız. Ben bir tek dev saniye içinde hem fevkalade hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı, ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacaklar, çünkü dil sıralayıcıdır.” Bu durumun bir çaresi de yoktur, yazar yaşadığı deneyimi her şeye rağmen anlatmayı dener:
“… Alef’in çapı herhalde birkaç santimden fazla değildi, ama tüm âlem gerçekten ve eksiksiz içindeydi. Her şey (sözgelimi bir aynanın yüzü) sonsuzdu; çünkü her şeyi evrendeki açıdan açıkça görebiliyordum. Denizin dalgalanışını gördüm, günün doğuşunu, günün batışını gördüm; Amerika’daki insan yığınlarını gördüm; siyah bir piramidin ortasındaki gümüş rengi örümcek ağını gördüm; …üzüm salkımları, kar yığınları, tütün, maden damarları, buhar gördüm; Inverness’te hiçbir zaman unutamayacağım bir kadın gördüm; dağınık saçlarını, uzun endamını gördüm; göğsündeki kanseri gördüm; …Mirzapur’da bir vitrinde bir deste İspanyol oyun kağıdı gördüm; bir limonluğun zeminine eğrelti otlarının gölgesinin vurduğunu gördüm; kaplanlar, pitonlar, bizonlar, gel-gitler, ordular gördüm; yeryüzündeki bütün karıncaları gördüm…”
Borges’in Alef’ini, evrene, hayatımıza, yaşadıklarımıza başka bir boyuttan bakmamızı sağlayabilecek çok güçlü bir metafor olarak düşündüm. Duyusal verilerimizle algıladığımız hayat bize hep belli bir boyuttan ve parçalanmış olarak görünür. Sınırlanmış bir bakıştır bu kuşkusuz ve bizim bütünü görüp kavramamızı engeller. Bilim, sanat gibi en sıradanlıktan koptuğumuzu düşündüğümüz faaliyetlerimizde bile çoğu zaman bu parçalanmış bakışımızdan kurtulamayız.
Adına “hayat” dediğimiz gündelik yaşantımız, karşımıza çıkan problemleri çözmeye odaklanmış, hızla akıp giden sayılı günlerin toplamından ibaret. Zamanımızın çoğu farkında olalım veya olmayalım bir koşuşturma içinde geçiyor. Her geçen gün artan ve bir türlü doyuramadığımız ihtiyaçlarımız peşinde koşarken mutluluk veya anlam arıyor, ama kendimizi ve yaptığımız şeyi unutuyoruz. Ne anlam bulabiliyoruz ne de mutluluk. Geride bize kalan ise koca bir “iç sıkıntısı” oluyor. Biraz dikkatli baktığımızda bunun yaşadığımız zamanla ya da toplumla ilgili olmadığını da görebilmek mümkün. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal ortamdan kaynaklandığını düşündüğümüz etkenlerin gündelik belirleyiciliklerinden öte bir anlamları yok. Görünümleri farklı olsa da insan denen varlığın baştan beri yaşadığı sorunlar hep aynı. Toplumsal ve siyasal bir varlık olarak içinde yaşadığımız ortamdan etkilenmememiz olanaksız, fakat sürekli bunlara sığınan açıklamalar yapmak da bizi bir yere götürmüyor. Evet, hayat paçamızı bırakmıyor, gündelik sorunlarımızı, yaşadıklarımızı görmezden gelemeyiz, onlarla baş edebilmek için mücadele etmek zorundayız. Fakat asıl sorunumuz bu hengameye takılıp kalmak ve bu sırada bütünü gözden kaçırıyor olmamız.
Bu noktadan Alef metaforuna dönersek, Alef’i görmenin iki farklı boyutu var. Birincisi kendimiz, ikincisi ise, ancak kendimiz dolayımından geçen bir bakışla görülebilen bütün bir evren. Alef’i görebilmek için yazarın öyküde anlattığı gibi karanlığa gömülmemiz gerekiyor. Karanlık kuşkusuz bizi dış dünyadan olabildiğince kopardığı, bizi kendimizle baş başa bıraktığı için önemli. Burada karanlığa gömülmeyi kendimize odaklanmak, kendimizle kalmak, duyusal gerçekliğin parçalayıcılığından kendimizi kurtarabilmemiz için gerekli olan yalnızlaşmayı sağlayan bir araç olarak düşünmek gerek.
Kendisiyle baş başa kalan insan, başka bir bakış geliştirebilmek için ilk adımını atmış oluyor. Alef, yani her şeyin zaman ve mekân boyutu olmadan görülebildiği o tek noktanın algılanması ile biz de aşkın bir varlık olmaktan çıkıp, evrensel bütünün bir parçası haline geliyoruz. Burada Spinoza’yı da hatırlayarak söylersek, Alef bizim de içinde olduğumuz, her şeyin sonsuz devindiği her şeyin iç içe olduğu bütün bir doğa anlamına gelir.
Evrende şimdiye kadar olup bitenler, şimdi olanlar ve gelecekte olup bitecekler hepsi bizim de kısa bir süre içinde bulunduğumuz bir bütünün parçası. Yağmuruyla, güneşiyle, otuyla, böceğiyle, kaldırımı, köprüsüyle, güçlüsü, güçsüzüyle, insanı, hayvanı, bitkisiyle doğa bir bütün. Üstünlük taslamanın, kibirden kasılmanın bir anlamı yok, gelip gidiyoruz, yaşayıp ölüyoruz. Bazen olup bitenleri anlamak için durup kendimize çekilmek ve bu çekildiğimiz noktadan kendimize, evrene, Alef’e bakmak gerekiyor. Bu bizim sıklıkla unuttuğumuz bir şey.
Haydi, evrenin bütün karıncalarını aynı anda görmek için Alef’e bakalım, üstelik bunu yapmak için bodrumda karanlıklara gömülmemize de gerek yok. Eğer istersek onu kıyıya vuran dalgalarda, rüzgârda savrulan bir yaprağın üzerinde, yatak odamızın tavanında, bize sevgiyle bakan bir çift gözde de görebiliriz.
Dönüp anlatmasak da olur.
*Jorge Luis Borges, Alef, İletişim Yayınları, 2010