18 Haziran 2016

Bilgi Üniversitesi, dikkat sınıfınızda muhbir var!

Kaybettiklerimiz o kadar çok ki...

90’lı yıllardı. Felsefeciye ihtiyaç yok diye ilkokul öğretmeni olarak ilk atamam İstanbul’un Pendik ilçesinin bir köy okuluna yapıldı. Kafamda ‘nasıl olur, yapabilir miyim acaba’ sorularıyla okulun kapısından girdiğimde, kendimi sene başından bu yana öğretmeni olmayan 53 kişilik bir sınıfta buldum. İlkokul 4. Sınıf, 53 öğrenci, şubatın 15’i. Beni sınıfa götüren müdür yardımcısı, “yeni öğretmeniniz” deyip kapıyı kapatıp çıktı. Ben 53 çift gözün önünde öylece kalakaldım. O gün, öğrencilerle tanıştım, her şeyden önce bir öğretmenleri olması onları çok sevindirmişti. Neyse, ders programları ve ders kitaplarını izleyerek yavaş yavaş konulara başladım. Sanırım haftada iki ders din kültürü dersi de vardı programda. O derslerde Türkçe veya sosyal bilgiler yapıyordum bunun iki nedeni vardı; birincisi ders kitabına baktığımda o konular bana çok yabancı gelmişti, başka deyişle pek bildiğim konular değildi, yanlış bir şeyler yapmaktan korktum, ikinci olarak da öğrenciler çok geri kalmışlardı, aralarında daha okuma yazma sıkıntıları yaşayan çocuklar vardı. Biraz olsun açığı kapatırım diye düşünmüştüm.

İki hafta sonra müdür beni odasına çağırdı, bir öğrenci beni ailesine şikayet etmiş, öğretmenimiz hiç din dersi yapmıyor diye, veli de okula gelip durumu müdüre aktarmış. Okul müdürüne durumu anlattım beni anlayışla karşıladı, yakında veli toplantısı vardı orada durumu ve ne yapmak istediğini anlat dedi veliler ikna olsun sorun çözülsün. Beni şikayet eden öğrenci de çok sevimli fakat  sınıfın en başarısız, en haylaz, neredeyse okuyup yazamayan ve en zayıf öğrencisiydi. Okul müdürünün dediğini yaptım, veli toplantısında velilere çocukların eksiklerini anlattım ve “din bilgisini kendiniz verin ben onların diğer eksiklerini tamamlayayım” dedim. İkna oldular ve sorun kapandı. Yıl sonuna kadar da din dersini hiç yapmadım.

Dün Bilgi Üniversitesi Rektörlüğü’nün,  bir öğrencinin şikayeti üzerine Prof. Dr. Zeynep Sayın Balıkçıoğlu’nun işine son verip, sonrasında da yayınladıkları utanç verici açıklamayı okuyunca, yıllar öncesinden bu anım aklıma geldi.

Geldiğimiz noktaya bakın. En eski özel üniversitelerimizden olan ve yıllardır özgür düşünceye ev sahipliği yapma iddiasını taşıyan Bilgi Üniversitesi’nin haline bakın.

Bir öğrenci izinsiz olarak hocasının konuşmasını kaydediyor ve bu kaydı destek bulacağını umduğu yandaş basına ve rektörlüğe götürüyor. Bildiğiniz muhbirlik yapıyor yani. Belli ki ve ne yazık ki, bu öğrenciye, üniversite sıralarına gelene kadar pek ‘etik’ten, muhbirliğin kötü bir şey olduğundan söz eden olmamış. Basını bilmem ama, rektörlüğün öğrenciyi “senin yaptığın çok ayıp” deyip o kaydı hiç dinlemeden, öğrenciyi geri yollaması gerekirdi. Giderken de “Eğer hocanız senin canını sıkan bir şeyler yaptıysa öncelikle bunu derste kendisine söyle, kendisiyle sınıfta tartış” diyebilirdi. O öğrenci böylece hayatında o zamana kadar maalesef alamadığı bir dersi, bu vesileyle almış olurdu.

Rektörlük ne yapmış, tüyler ürpertici bir açıklamayla çalışanının işine son vermiş. Açıklamaya biraz yakından bakalım isterseniz, parantezler benim:

“İletişim Fakültemizde Bahar 2016 döneminde ders saati ücretli olarak çalışan öğretim elemanı Prof. Dr. Balıkçıoğlu’nun (burda gizliden gizliye “ders saati ücretli” diye vurgulanarak “o zaten bizden değildi” mesajı veriliyor. Hıh... kadrosu bile yok yani! Bu arada sonradan, ders saat ücretlerinin de dört aydır ödenmediği ortaya çıktı.) üniversitemizle ilişiği; bahsi geçen konunun, Rektörlüğümüze intikalini takiben kesilmiştir. (Hiç zaman kaybetmedik yani, konu hassas. İşin ucunda cumhurbaşkanı var, hak, hukuk, özgürlük, akademi filan şimdilik bir kenarda durabilirler) İlgili kişinin an itibari ile kurumumuz ile herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır.

Rektörlüğümüz konunun detaylarının incelenmesi ve gerekli hukuki soruşturmaların yapılması talimatını, ivedilikle, vermiştir." (İş burada kalmayacak tabi, konuyu gerekli mercilere ilettik. Bakın görün daha neler çıkacak Zeynep Hanımla ilgili, misyonerlik, terör destekçiliği filan olabilir. Biz gerekli talimatları derhal verdik, buradan sonrasıyla devletimizin kolluk kuvvetleri, cumhurbaşkanının koruyucu hukukçuları ilgilenecek.)

İnsan neresinden tutacağını, ne tarafından bakacağını bilemiyor doğrusu.

Bu kovulma nedeni ve kovulma biçimi, devlette veya özelde çalışan bütün üniversite hocalarına yönelik bir hakaret  değil mi?

Bu bütün hocalar için bir tehdit, bir baskı değil midir?

Bu karardan sonra hangi üniversite hocası dersinde rahatça konuşabilecektir?

Düşünsenize derste, üniversite koridorunda, sohbet odasında her an sesiniz kaydedilebilir, basına, rektöre, polise iletilebilir.
Nasıl rahat olabileceksiniz?

Nasıl konuşabileceksiniz?

Cumhurbaşkanı başta olmak üzere devletin bütün organları zaten, herkesi muhbirliğe özendirmiyor mu?

Bilgi Üniversitesi rektörlüğü de bu kervana katılmış olmuyor mu?  

Üniversite hocalarını muhbirlerden kim koruyacaktır?

Bu bildiğimiz distopyada yaşamak değil mi?

Neyse ki her distopik yapı parçalayıp atmak için sesini çıkaran insanlar var. Bilgi’de de var.

Dünden beri orada çalışan ve bu duruma tepkisiz kalamayacağını düşündüğüm diğer öğretim üyelerinden gerekli açıklama yapıldı. Kaç kişiler ne kadar etkili olurlar bilemiyorum ama en azından yüreğimize biraz olsun su serpilmiş oldu:

“Biz, İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde çalışan bir grup akademisyen, üniversite yönetiminin muhbirlik müessesesini özendiren ve sınıf içindeki akademik ifade özgürlüğünü boğma riskini taşıyan bu tavrını kabul edilemez buluyoruz. Üniversite yönetiminin sorgusuz sualsiz aldığı ve yargısız infaz şeklinde kamuoyuna duyurduğu "ilişkiyi kesme" kararının haksız, hukuksuz ve her şeyden önce Üniversitemizin yıllardır benimsemiş olduğu özgürlükçü akademik ve insani değerlerle çelişen bir nitelik taşıdığı kanaatindeyiz. Alınan bu kararı da, bu kararın alınış ve duyuruluş biçimini de kınıyoruz.... Biz, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin özgürlükçü ruhunu ve değerlerini taşıyan bir grup akademisyen, bu kurumun bir üniversite olma iddiasını kaybetmemesi için mücadele etmeye kararlıyız ve üniversite yönetiminin aksine, Zeynep Sayın ile ilişkimizi kesmediğimizi, kesmeyeceğimizi ve onun yanında durmaya devam edeceğimizi öğrencilerimize, mezunlarımıza ve kamuoyuna duyururuz.”

Her şeyin, her tür değerin, kazanımın bir bir azalarak eridiği ve yok olduğu zamanlardayız. Bu öyle bir gidiş ki gidene ağıt yakmaya bile zaman bulamıyoruz. Biz ‘neler oluyor’ derken bir yenisini kaybediyor, her geçen gün daha kötüsünü yaşıyoruz.

Kaybettiklerimiz o kadar çok ki, şimdi biz bu rektörlüğe hangi değerlerle karşı çıkacağız?

Üniversite özerkliği mi?

Akademik değerler mi?

İfade özgürlüğü mü?

Kürsü özgürlüğü mü?

Özgür düşünce mi?

İnsan hakları mı?

Haklar mı?

Hukuk mu?

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

"
"