07 Nisan 2015

Artık sevdiklerimi yemeyeceğim !

Savaşsız, şiddetsiz, sömürüsüz bir dünya isteyip, sonra sofraya kurulup, boğazı kesilerek öldürülmüş tavukları, kuzuları mideye indirmek olmaz

Artık sevdiklerimi yemeyeceğim !

Yemiyorum da.


Bundan yaklaşık altı ay önce, “artık yemeyeceğim” dedim ve o günden beri kırmızı veya beyaz hiçbir tür et ve et ürünü yemiyorum. Vejetaryan oldum yani. Yumurta ve peynir dışında hemen hemen hiçbir hayvansal gıda kalmadı hayatımda. Vegan olmam da yakın görünüyor.

Bunun hem benim için, hem yakın çevrem için, hem de dünya için ne kadar önemli bir karar olduğunu sonradan anladım. Hâla da anlamaya devam ediyorum. Bana bu yazıyı yazdıran neden de bu zaten.

Et yememe düşüncesi benim için yeni değildi aslında, 2-3  yıldır kafamda dolaşıp duran bu düşünce, son zamanlarda bir türlü kaçamadığımız IŞİD terörünün yaydığı kafa kesme görüntüleriyle birleşince, bende bambaşka çağrışımlar ve sorulara dönüştü.

Acaba bizler de hayvanları yemeden önce benzer şekilde öldürmüyor muyduk?

Kafalarını kesmiyor muyduk?

Bu canavarlık nerelerden besleniyor olabilirdi?

Pisagor bundan yaklaşık 2500 yıl önce, “İnsan diğer varlıkların acımasız yok edicisi olduğu sürece sağlık ya da barış nedir bilmeyecektir. İnsanlar hayvanları katlettiği sürece birbirlerini öldüreceklerdir. Cinayet ve acı tohumları eken sevinç ve sevgi biçemez”, aynı şekilde Tolstoy “Mezbahalar olduğu sürece savaşlar sürecektir” derken benim sorularıma bir ölçüde cevap vermiyor muydu?

Çocukluğumda, sünnet olduktan sonra (geleneklerimize göre, hayvanı kesen kişinin erkek ve sünnetli olması gerekiyordu), 13-14 yaşlarımda, bir kaç defa tavuk kestiğim oldu. Daha doğrusu kesmek zorunda kaldım. Evde benden başka erkek yoksa o an için annem elime tutuşturuverirdi tavukla birlikte bıçağı. Buna hayır demek, büyüme sancıları çeken erken ergenlik dönemindeki bir erkek çocuk için çok zordu. Diyemedim ben de. Evimizin önünde büyük bir kümeste annemin tavukları, hindileri, kazları, ördekleri yaşadığı için, bunlardan birinin evimizin önünde kesilmesi, eğer kesilirken iyi tutulamadıysa, başsız bir şekilde etrafa kan sıçratarak zıplaması, neredeyse gün aşırı yaşadığımız bir durumdu. Kolay bir şeydi tavuk kesmek, (kanatları birbirine geçirilir, ayakları... yok anlatmayacağım) hep izlemiş olduğum için ne yapılacağını az çok biliyordum. Sonra kente taşınmayla beraber bu tür şeyler çıktı zaten hayatımdan, kurban bayramı görüntüleri ise kişisel olarak o bölgelerden uzak olduğum için beni pek etkilemedi.

Bir canlıyı öldürmek, kafasını kesmek, bir kediyi öldürmek, bir buzağının kafasını kesmek, bir insanı öldürmek, bir köpeğin kafasını kesmek, bir balığı öldürmek, bir insanın kafasını kesmek... Bütün bunların yapılıyor olması, bunu yapanların böylesine canavarca duygular içinde olması ve bu vahşeti durdurmanın yolunun bir türlü bulanamaması, yaşadığımız dünyayı giderek daha çok şiddet sarmalına doluyor ve yaşanmaz kılıyor. Bana göre, bugün öncelikli olarak kavramamız gereken, şiddetin bir bütün olduğu ve şiddet adına yaşadıklarımızı, kime, kimin için, ne amaçla yapıldığına göre ayırmamak gerektiğidir. Bu anlamda, eğer şiddeti yaşantımızdan çıkarmak istiyorsak, şiddetin her türüne aynı ilkesellikle yaklaşmak ve kafası kesilen bir kuzunun soframıza gelmesini reddetmek gerekir diye düşünüyorum.

Beslenme biçimimizin ve alışkanlıklarımızın şiddet üretmekte çok belirleyici bir yer tuttuğu çok açık. Dünyadaki et tüketiminin son yıllarda katlanarak artıyor olmasına dikkat çekenler işin ekonomik ve çevresel boyutları üzerinde duruyorlar daha çok, rakamlar gerçekten de düşündürücü. Bir yılda yaklaşık 70 milyar hayvanı boğazlayıp yiyoruz yani kişi başına yaklaşık 10 hayvan. Son 50 yılda et tüketimi 4 katına çıkmış durumda. Dehşet verici bir nokta da, et üretimi için tarım alanlarının tüketilmesi ya da yok edilmesi. Yine rakamlara dönersek tarımsal üretiminin %60’ı sığır eti üretmek için kullanılıyor. İlla hayvan yiyeceğiz dediğimizde kullandığımız toprak alanı, bitki yediğimizde kullandığımız alandan 10 kat daha fazla. Harcanan su da kat kat fazla.

Sayılarla söylenebilecekler daha çok uzatılabilir, fakat bunu yapmayacağım. Aslında son iki-üç yıldır evime et ve et ürünlerini zaten almaz olmuştum. Eti sadece, çok az da olsa, dışarda yemek yediğimde tüketiyordum. Çok kişinin söylediği “Hayvanlara eziyet ediliyor” gibi yakınmaların üzerimde çok etkisi yoktu. Çünkü bu türden gerekçeler doğru olmakla birlikte, bizi şu noktaya taşıma tehlikesini de içerir: “Tamam o zaman, eziyet edilmeden, sağlıklı koşullar sağlayabiliriz, o zaman hayvanlar incinmezler ve bizim de içimiz rahat eder.” Sağlıklı koşullar nasıl sağlanabilir ki, öldürme eylemi ve sağlıklı koşullar... (buradaki kibire dikkat)

Benim “artık yemeyeceğim”  dememde sayılardan çok, tamamen ahlaksal hatta bir noktadan sonra siyasal kaygılarım etkili oldu. Burada önemli bir kavram üzerinde durmam gerekiyor: “Türcülük”.  Ne zaman ki türcülüğün, aslında ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizmden her türlü ayrımcılıktan pek de farklı olmadığını düşünmeye ve anlamaya başladım işte bu benim üzerimde bir devrim etkisi yaptı adeta. Literatürlere 1970’lerde giren türcülük kavramı, basitçe söylersek, bir türe, sahip oldukları türe ait özelliklerden dolayı, değer yüklemek anlamına geliyor. Yani “biz insanlar, insan olduğumuz için, düşündüğümüz, konuştuğumuz, ayakta durabildiğimiz için diğer canlı türlerinden daha üstünüz” demek. Örneği başka bir tür için de verebiliriz, bir balığın şöyle dediğini düşünün: “Biz balıklar, dünyanın çoğunu oluşturan denizlerde, tatlı sularda, derin sularda yaşayabildiğimiz için, solungaçlarımızla solunum yaptığımız için diğer türlerden üstünüz” Bunun “Biz Türkler, biz erkekler, biz beyazlar...” diye başlayan cümlelerden bir farkı yok tabi. Dinsel düşüncelerden de beslenen ve kültürel olarak geniş bir kabul gören bu bakış açısı, insanın diğer canlı türlerini hoyratça kullanmasını, onları sömürmesini ve yemesini meşrulaştırmaya yarıyor aynı zamanda. ”Biz akıllıyız, güçlüyüz, o halde sizi her türlü üretiriz, kullanırız, tüketiriz, yeriz...”

Uygarlaşma ya da insani gelişme denilen şeyin, insanın kendi yarattığı vahşeti kendinden daha iyi saklama yolları bulmak olarak tanımlamak abartı mı olur bilmiyorum. Öyle ya, ateşli silahlarla birlikte öldürülen kişiyle, öldüren arasına mesafe girdi. Vücutlar birbirleriyle temas etmedi, göz göze bile gelinemedi. Öldürmek kolaylaştı, hatta kitleselleşti. Uçaktan bomba bırakan veya bulunduğu yerden bir düğmeye basarak kilometrelerce öteye füze gönderen kişi için, bombanın veya füzenin düştüğü yerde olup bitenler, sonradan öğrendiği sayılardan ibaret oldu. Böylece yarattığı vahşeti bizzat görmemiş olan insan, bundan dolayı vicdani bir sıkıntı yaşamaktan da kurtulmuş oldu.

Hayvan katliamları, şehirleşmeyle birlikte tüketim ihtiyacı artıp kitlesel kıyımları gerektirdiğinde, evlerde, sokaklarda yapılamaz hale gelince mezbahalara taşındı. Mezbaha cinayetin gözden ırak olmasını sağladı. Yediğimiz şeyi bizden uzaklaştırdı ve yememizi kolaylaştırdı. Bizler bir kuzuyu, bir ineği, fotoğraflarda ya da çayırlarda görüp sevecektik, ama onu yiyebilmemiz için, öldürme ve parçalama işlerini başkaları yapmalıydı. Yediğimiz şeyin, bizzat gördüğünüz, başını okşadığımız o sevimli kuzu olduğunu bilmemeliydik çünkü. Uygarlaşmamız böylece, her tür vahşetimizin sonuçlarını önümüze rafine ederek getirmeye yaradı. Bugün et kesildiği haliyle çok az ülkede sofraya gelmektedir, özellikle “gelişmiş” dediğimiz zengin ülkelerde, bir çok işlemden geçirilir, bu işlemlerin her birinin, ürünü daha da lezzetli kılmak için yapıldığını düşünebileceğimiz gibi, öldürme ve ona bağlı vahşeti, ortamdan, ürünün üzerinden uzaklaştırmak için yapıldığını da düşünebiliriz.

Bugün türcülük üzerine daha çok konuşmalı ve tartışmalıyız. Her türlü doğa sever örgütler, çevre örgütleri, sağlı sollu siyasal örgütler bu konuda kafa yormalı tartışmalıdırlar. Bu konuda en büyük sıkıntı sorunun çok yakıcı görülmemesi ve küçümsenmesinden kaynaklanmaktadır. Geniş kesimlerde yaygın olan bir görüş, türcülük konusunun acil bir mesele olmadığı  asıl önce, insan hakları konusunda mücadele etmek gerektiği görüşüdür. Bu düşünme biçimi bizi haklar konusuna hiyerarşik bakmaya götürür ki bu bakış bizzat hak ihlallerini meşrulaştırmaya yarar. Öte yandan, hayvan hakları için taleplerde bulunmak, diğer haklar için, insan hakları için talepte bulunmaya engel değil olsa olsa destek olur.

Belki bir zamanlar zorunda kaldık ve hayvanları yemeğe başladık. Onları vahşice öldürüp kanlarını akıttık, cesetlerini parçaladık, soframıza koyduk. Ünlü İran’lı edebiyat ustası Sadık Hidayet’in 1927 yılında yazdığı satırlarla anlatırsak, “...kasap onun başını büktüğü gibi parçalıyor boğazını bıçakla. İşte o zaman kan fışkırmaya başlıyor. Ciğerlerinden her hava çıkışında boğuk bir ses geliyor ve etrafa kan saçılıyor. Daha sonra bir süre çırpınarak kan revan içinde kalıyor. Henüz canı çıkmamışken başını vücudundan ayırıyorlar. Hayvanın birkaç dakika önce hayat dolu o parlak ve siyah gözlerine ölümün perdesi iniyor. Dili kanlı köpüklerle ağzından sarkıyor. Sonra karnını yarıp mide ve bağırsaklarını çıkarıyorlar. Dışkı kokusu, havaya yükselen buhar ve üstünde sinek ve sivrisineklerin uçuştuğu kokuşmuş galiz kan çirkin ve korkunç bir görünüm alıyor.” (Sadık Hidayet, Vejetaryenliğin Yararları, Yapı Kredi Yay.) Günümüzde böyle yapılmıyor, son derece modern kesimhanelerde yapılıyor bu işler diyebilirsiniz (ki her yerde öyle değil) fakat öldürme işlemi açısından değişen bir şey yoktur. Acılı veya acısız, modern veya ilkel, bizim yememiz için bir canlı öldürülür, cesedi parçalanır ve soframıza gelir. Bizim sormamız gereken sorular şunlardır:
 
Bugün böyle bir vahşeti sürdürmeye itiyacımız var mı?
Hayvanları kesip yemeğe ihtiyacımız var mı?
Bunu yapmak zorunda mıyız?

Ron Fricke’in yönettiği 2011 yapımı Samsara adlı filmdenHayır! Hayır! Hayır !

Ulaştığımız gelişmişlik düzeyinde, etin alıştığımız tadının aynısını bitkisel ürünlerle yapmak mümkün, öyle ki bugün bu konuda son derece gelişmiş bitkisel temelli gıda sektörleri var. Hiçbir bakımdan et yemek zorunda değiliz ve buna hakkımız yok. Bu konuda tek karar organımızın, vicdanımızın sesine kulak vermek yeterlidir. Bize söylenenlere, hele “bilimsel” diye söylenenlere kulaklarımızı rahatlıkla tıkayabiliriz.
Yapacağınız şey çok da zor değil aslında.
Sadece karar vermeliyiz, sevdiklerimizi yemeye devam edecek miyiz ?
Yoksa Bernard Shaw gibi “Hayvanlar benim arkadaşlarım ve ben arkadaşlarımı yiyemem” mi diyeceğiz?
Düşünsenize, kedinizi köpeğinizi kesip yemiyorsunuz. Neden acaba? Eti lezzetsiz diye mi? Lezzetli olsa yer miydiniz? Dinsel olarak uygun görülmemiş diye mi? Deveyi yiyoruz ama at eşek olunca duraksıyoruz. Neden? Bazı hayvanlar diğer bazılarına göre daha sevimli diye mi yemiyoruz? Tavşan sevimsiz mi? Ördekler ?
Yaptığımız şeyin öldürmek ve öldürdüğümüz hayvanların etlerini yememiz olduğu yani hep aynı eylem olduğu çok açık değil mi?

Yapılan şey türcülük, kendi türümüzü üstün görüyoruz ve gücümüz yetiyor diye öldürüyoruz. “Hayvanlarda ölüm ve ölüyorum bilinci yok, acı çekmiyorlar” demek durumu hiç de kurtarmıyor. Yapılan şey öldürmek. Bir kuzuyu, ineği yere yıkıp öldürmek kolay insan için, burada onun bu durumun farkında olup olmamasından, acı çekip çekmemesinden öte etik bir problem var. Sorgulanması gereken karşı tarafın durumundan çok, insanın yaptığı eylemin ne olduğudur. İoanna Kuçuradi’nin işkenceyle ilgili bir saptamasını okumuştum. İşkence yapmak, işkenceye uğrayanı değil yapanı kirletir diyordu. Öyle ya işkence mağduru zaten karşı koyacak bir durumda değildir. Aynı şekilde tecavüze uğrayan insan değil tecavüzcü kirlidir. Bir hayvanı boğazlarken de durum aynıdır. O zaten bize karşı koyabilecek güçten yoksundur. Bu işi yapan kirlenir. Burada mağdurun acı çekerek mi yoksa çekmeden mi öldüğü durumu değiştirmez. Ayrıca bu konuda “acıtmadan öldürdük, anlamadı” filan diyerek ahkam kesmenin pek anlamı yoktur. Sadık Hidayet’le devam edelim, “ Kendilerini savunamayan milyonlarca zararsız hayvanı öldürmekle insan, kendini alçaltmakla kalmadığı gibi, hiç gerek yokken vicdanındaki intikam çığlıklarını zorla bastırır. Bütün et yiyenler insan ahlakını alçaltmada elbirliği etmişlerdir ve hayvanlara işkence etmekle sorumludurlar.”

Sonuç olarak, günümüz dünyasında gerçekten de karnımızı doyurmak için birilerinin boğazlanıp önümüze getirilmesine gerek yoktur. “Ben yemezsem ne değişecek, herkes yiyor, harıl harıl et üretiliyor” demenin de bir anlamı yoktur, çünkü konu bizim bireysel sorumluluğumuzla ilgilidir.

Savaşsız, şiddetsiz, sömürüsüz bir dünya isteyip, sonra sofraya kurulup, boğazı kesilerek öldürülmüş tavukları, kuzuları mideye indirmek olmaz.
Bir gün kendimiz için şunu söylediğimizde gerçekten dünya değişecektir.
Artık sevdiklerimi yemeyeceğim.

@ymbymb

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

"
"