Orhan Doğan, yakın tarihimizin sözüyle, yüzüyle, duruşuyla barışa en çok benzeyen düşünürüydü.
Çoğumuz onu siyasetçi kimliğiyle tanıdı. Ona dokunanlar; onun şefkatini tadanlar içinse bir bilge adam, engin yüreği ile umudun ta kendisiydi.
Yaşar Kemal, “Onu tanıdıkça, anladıkça mutluluk ve sevinçler içinde kalıyordum” derken yoluna çıkan herkesin ortak duygusunu dile getirmişti. Orhan Doğan, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar için canlı bir kanıttı. İnsana insan olmayı sevdirirdi. İnsan olmanın o müthiş serüvenine hayranlıkla sadık kalanların hemen hepsinin belleğinde mutlaka onun tebessümünden bir iz kalmıştır.
1955 yılında Mardin Derik’te doğdu.
Memur babasının peşinde diyar diyar Anadolu’yu gezecek, Kürt olmanın ne anlama geldiğini genç yaşında öğrenecekti. Kimileyin kuyruğu var mı diye yoklayan çocuklarla arkadaş olmanın yollarını araştıracak, daha lise yıllarında, “Beni ben olduğum için kabul edeceksiniz. Kimsenin beni Kürt olduğum için aşağılamaya hakkı yok” diyerek dünyanın karşısına o cesur tebessümüyle dikilecekti.
Babasının arzusuyla seçmiş olduğu Hukuk fakültesinde okurken ilk eylemi Deniz Gezmiş’lerin idamına tepki göstermekti.
21 yaşında aşık oldu. 1976 yılında Cizreli Kıymet Hanım’la evlendi, ilk çocuğu doğduğunda henüz öğrenciydi.
1980’de, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirir bitirmez ailesiyle birlikte Cizre’ye yerleşti. Kendi deyimiyle ‘sırtlarında ve göğüslerinde sigara yanıkları olan insanların’ avukatlığını üstlendi. Dönemin en önemli tanıklarından biriydi artık. Derin, uzun uykulara hasret kaldı. Yıllar sonra bu hasretini dile getirecekti. Onca zalimin, onca işkencecinin de uykularını kaçıracaktı ama. Sözgelimi Yeşilyurt’ta köylülere dışkı yedirenler de onun mücadelesi sonucu dünyaya hesap vermek zorunda kaldı.
Cizre’deki evi defalarca tarandı, bombalandı. O korkudan yorganların altına sığınan küçük kızını güldürmeyi her seferinde becerdi. Arabası bombalandı. Artık adı ölüm listelerinin ön sıralarındaydı.
Yılmadı. Cizre İnsan Hakları Derneği'ni kurdu. Şırnak İnsan Hakları Derneği şube başkanlığı yaptı.
Kürt milletvekilleriyle birlikte ‘Kürt raporu’ hazırlıklarına katıldı. Daha sonra Halkın Emek Partisi’nin kuruluşunda yer aldı. HEP, SHP ile ittifak yapınca 1991 seçimlerinde Şırnak milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Aynı hız ve inançla, yine uykuya hasret kalarak barış için yeni yollara çalıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı ile görüşen ekipte de, ateşkes için Abdullah Öcalan ile Şam’da görüşen milletvekilleri arasında da o vardı. İlk kayda değer ateşkesin sağlanmasını ona da borçluyuz.
Dokunulmazlığının kaldırılmasının oylanacağı gün, Meclis’teki son konuşmasında kendisine hakaretler savuran vekillere her zamanki kibarlığıyla, “Lütfen beni dinleme tahammülünü gösteriniz” diyordu. “Düşüncelerim, dünya görüşüm, fikirlerim çok aykırı, çok uç ve ötesinde tahammül edilmez de olabilir. Ancak, bunların doğruluğu ya da yanlışlığı ellere kelepçe vurularak değil, burada tartışılarak anlaşılabilir. Ben sizin gibi ya da siz benim gibi düşünmek zorunda değilsiniz. Ben sizi kendim gibi düşünmeye zorlama hakkına sahip de değilim. O halde siz de beni sizin gibi düşünmeye zorlamamalısınız. İşte asıl bu parlamentonun erişmesi gereken olgunluk da budur, bu olmalıdır. Sevgili arkadaşlar, Kürt sorunu işte bu anlayışla yıllardan beri tek düze, alışılagelmiş ve sonu hep kan ve gözyaşına boğulmuş yöntemlerle çözülmeye çalışıldı. Bizim, Kürt sorununun çözümüne ilişkin görüş ve düşüncelerimiz farklı olduğu içindir ki sanık sandalyesine oturmak üzereyiz. Sorunları kamuoyu önünde ve hatta kamuoyunun katılımıyla çözmek varken kelepçeli çözümde ısrar etmenin mantığını anlamak da mümkün değildir” diyor, şahsına yargı yolunun açılmasının toplumsal uzlaşmaya, halkların kardeşliğine ve iç barışa katkı sunmasını diliyordu.
O gün, Meclis kapısında devlet tarafından hoyratça alınışı demokrasi albümümüze en utanç verici resimlerden biri olarak kaydedildi.
O durup ince şeyleri düşünmeye hep vakit bulan adam hiçbir zaman, hiçbir şeye rağmen içinin acılaşmasına göz yummadı. O güzel tebessümü hiçbir hoyratlık söndüremedi.
Dört milletvekili arkadaşıyla birlikte Ulucanlar Cezaevi’nde 10 yıldan fazla hapis yattı. Çocukları onsuz büyüdü.
Ama onları hiç mektupsuz bırakmadı. Onları ve dünyanın bütün acılı çocuklarını “Geçmiş acıyı, geleceğin öfkesine ve kinine dönüştürmemek” için uyardı. Onları müziğe yöneltti. Müziğin sağaltıcı gücüne inanıyordu.
2004 yılında hapisten çıktığında yüzünde aynı tebessümle herkesi bir kez daha şaşırtacaktı.
Çıkar çıkmaz Demokratik Toplum Hareketi çalışmalarını başlatıp DTP’nin kuruluşuna öncülük etti. Türkiye'de barış cümle içinde bile kullanılamazken 2007'de Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’nın düzenlenmesi için çalıştı. Ardından Barış Meclisi çalışmalarına hız verdi.
Orhan Doğan hayatında kendini öfkenin ve nefretin güçlendirici kucağına bırakmadı. öyle bir güce ihtiyacı yoktu. Onun gücü insana ve hayata yönelik sınırsız merakından, katıksız sevgisinden besleniyordu.
Hiçbir zaman kendini öne çıkarmadı; çok hak ettiği kahramanlık kaftanını bir kez olsun giymeye tenezzül etmedi. Sonuçta o, başka çocukları merak eden, onlar için kaygılanan bir çocuktu. Kendi acıları dışında dünyanın bütün acılarını paylaşmaya can atan, kendini sildikçe çoğalan, dünyanın en zarif, en incelikli dervişi.
Doğubeyazıt’ta Kültür-sanat festivalinin kapanışında sahneye çıktı. Kendisini coşkuyla dinleyen on binlerce insanı son kez yere kadar eğilerek selamladı.
Orhan Doğan’ın o koskoca yüreği, orada, hayatını adadığı halkının karşısında çatladı.
Yaşamını da ölümünü de kalabalık yaşadı.
Yığılmadan önce “Şimdi Kürtlerin zamanı. Kürtler bu ülkeye demokrasi getirecek” diyordu.
29 Haziran 2007’de hepimizi terk etti.
Mem u Zin diyarında onu yüzbinler uğurladı. Kadın erkek birlikte, kol kola, el ele saf tuttular cenazesinde.
Yaşamıyla olduğu gibi ölümüyle de adetleri değiştirmişti.
Ömrü boyunca barış adına onur mücadelesi sürdürdü.
Hayatı, mücadelesinin aynası oldu.
Ahir zaman ermişlerindendi.
Öldüğünde bu dünyaya hiç borcu kalmamıştı.
Şimdi hepimizin ona bir barış borcu var.
Hayatın, onurun ve adaletin içine sinecek bir barış.