Kendimi büyük ve önemli konular hakkında düşünür ve bir karara varmaya çalışırken bulduğumda hep aklıma gelen bir sözcük bu “ve”.
Örneğin insan kurt mu kuzu mu meselesini ele alalım. İnsan tabiatı gereği sevgiye, iyiliğe, erdeme mi yatkınlık gösterir yoksa bencil, kötü ve saldırgan olmaya mı? “Eşrefi mahlûkat” olan insan tanrısal bir yüceliğe yakınlaşma istidadına en ziyade sahip bir canlı mıdır yoksa en vahşi ve yırtıcı hayvandan bile daha acımasız, doğaya ve insan kardeşlerine başka hiçbir canlının vermediği zararları veren lanetli bir tür müdür? Hangisi doğru, hangisi gerçektir?
Buna benzer bir başka soru daha formüle edebiliriz: İnsan çevresi üzerinde aklıyla hâkimiyet kurmuş, kendini soğuktan, vahşi hayvanlardan ve açlıktan koruyacak yolları bulmakla başlayıp doğayı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmiş, yollar, barajlar, köprüler yapmış, ulaşımı haberleşmesi derken bugün bilişim çağına varmış ve bu üstün aklıyla tanımlanabilecek olan bir varlık mıdır? Yoksa insan en akıldan yoksun kararları ve eylemleri seçebilen, en çok sevdiğine bile zarar verebilen, apaçık yanlış tercihleri yapabilen, ilkel duygularının etkisinde kalıp aklını bu duyguların emrinde esir eden akıl dışı bir varlık mıdır?
Sonraki yazılardan birinde ele alacağım bir soruyu da hazırlık babından zikredebilirim. İnsan diğer canlılardan farklı olarak iletişimin en gelişmiş biçimlerinden birisi olan konuşma yetisine sahip, beş bin yıl önce de yazıyı bulmuş. Bilginin muhafazası ve sonraki kuşaklara aktarılabilmesi için çeşitli yollar geliştirdikten sonra şimdi bilgi üretiminde baş döndürücü bir düzeye ulaşmış. Acaba insan doğuştan bir bilme ve öğrenme içgüdüsüyle mi dünyaya geliyor? Yoksa bugünün dünyasında eşi görülmemiş bir gerçeğe saldırı olduğunu hesaba katarsak, gerçeğe ve bilgiye ulaşmanın bin bir yolunun bulunduğu bu çağda belki her zamankinden fazla yalanla ve inkârla karşılaştığımızı düşünürsek insanın bilmeye ve öğrenmeye karşı duran çok güçlü bir yanının olduğunu mu kabul etmeliyiz?
Bunlar hakkında söyleyeceklerime geçmeden önce şu güzel kıssayı da yazayım. Hissesi kısmen içinde, kısmen de yazının geri kalanında.
Yaşlı Zen ustası ölüm döşeğinde yatmaktadır. Ustadan feyiz almış, ona saygıları sonsuz rahipler yatağının etrafında toplaşırlar. Aralarında en kıdemli olan rahip düşkünlükten sesi cılızlaşmış ustaya doğru eğilir ve ona rahipler için bilgelik yolunda son bir sözü olup olmadığını sorar. Yaşlı usta zayıflamış sesiyle kıdemli rahibin kulağına fısıldar: “Onlara gerçeğin bir ırmak gibi olduğunu söyle”. Kıdemli rahip döner ve bu sözleri diğerlerine aktarır. Rahipler bu sözlerdeki bilgeliği anlamaya çalışır ve derin düşünmeye geçerler ama gruptaki en genç rahibin kafası karışmıştır, sorar: “Gerçeğin ırmak gibi olduğunu söylerken ne kastediyor ki?” Kıdemli rahip soruyu ustaya aktarır ve usta şu yanıtı verir: “Tamam, gerçek bir ırmak gibi değildir”.
Bu Budist kıssada ustanın göstermek istediği “gerçeğin bir ırmak gibi olduğu ve gerçeğin bir ırmak gibi olmadığıdır”. Gerçek böyle bir sınıflandırmayı aşmaktadır. Gerçeğin tanrısal gözle görülüp ifade edilebilecek türden bir mutlaklığı yoktur. Bağlamından muaf, koşullardan bağımsız ve toplumsal olarak kurulmuş olmayan bir gerçek yoktur. Biraz fiyakalı bir ifadeyle söylememe izin verirseniz, bazen gerçeği mantığın bizi hayal kırıklığına uğrattığı yerde buluruz.
Psikanaliz bu bakımdan Budist kıssadakine benzer bir görüşü benimser. İnsan en acımasız, en şiddet dolu, en vahşi, en ahlaksız fikir ve eylemlerin sahibidir ama aynı zamanda, yani ve, kendisinin bile tahmin edemeyeceği kadar yüce duygularla dolu, sevgiye ve bağa inanan, derin vicdanlı bir varlıktır.
İnsan aklıyla diğer canlılardan kendini ayırmış, canlı ve cansız doğa üzerinde büyük bir hakimiyet geliştirmiş, uygarlıklar kurmuş bir varlıktır ama aynı zamanda, yani ve, en mantıksız ve saçma sözlerin, inançların, davranışların da sahibidir.
İnsan doğuştan gelen tutkulu bir bilme arzusuyla doludur, bebeklikte, küçük çocuklukta ve daha sonraki yıllarda hep bu yönde bir arayışı vardır ama aynı zamanda, yani ve, ruhsal etkinliğinin büyük bir bölümünü kendini bilmekten alıkoyma yolunda harcayan, bebekliğinden başlayarak (özellikle hoşa gitmeyen) gerçekle mücadele eden, ruhsallığı olgunlaşma ve gerileme arasındaki mücadelenin sahnesi olagelmiş bir varlıktır da.
Gelelim bugünün büyük ve önemli konusuna, yani referanduma. Her türlü veri gösteriyor ve referandumun iki tarafındakiler de ortakça kabul ediyor ki evet ve hayır tercihleri birbirlerine çok yakın oranlarda. Dolayısıyla eğer bu yazının aklıyla düşünecek olursak referandumun sonucunun şimdiden belli olduğu söylenebilir: Evet ve hayır.
Seçeneklerden birisi muhtemelen küçük bir farkla diğerinin önüne geçecek. Tek tek bireyler evet veya hayır diyecekler, ama toplumun bütünü söz konusu olduğunda nihai yanıt bu ikisini birden içeren bir yanıt olacak. Peki, bu aslında apaçık olan durumdan burada söylediklerimle ilintili olarak nasıl bir sonuç çıkarabiliriz. Bu bize önümüzdeki süreçle ilgili ne söylüyor?
Bireysel planda ruhsallık açısından düşünürsek sevgiyle nefretin, şükranla hasedin, birliktelikle ayrılığın, hazla acının, huzurla gerilimin sürekli ve karışık bir biçimde belirip etki icra ettikleri bir ruhsal aygıt görürüz. Bunların hem bir arada hem de karşıt nitelikli oluşlarını, “ruhsallıktaki hoş çelişkiler” diye adlandırıverelim. Hem doğu felsefesinin hem de diyalektiğin çelişkin birlikteliklerden söz etmeyi sevdiğini hatırlayarak bazen bu çiftlerden birisinin kendisini ifade etmek üzere bizzat kendi içinde de bir miktarını barındırdığı karşıtından yararlandığını vurgulayalım. Eğer bireysel klinik alanda bu dinamiklerden kaynaklanan sorunları ele alıyorsak söz ettiğimiz bu gerçekliği tanır ve buradan çiftin “olumsuz” olarak kabul edilen bileşenini yok etmeyi değil ikisinin ilişkisini bütünün lehine düzenlemeyi hedefleyen bir yol haritası çıkarırız.
Referandumda kişinin benimsediği tarafa göre hangi tutumun iyi/kötü, onarıcı/yıkıcı, geliştirici/geriletici vb olduğu değişebilir. Eğer referandumun sonucunun evet ve hayır olduğunu düşünürsek bir seçeneğin (o seçeneği savunanların) yok edilmesini değil, iki seçeneği savunanlar arasındaki ilişkinin tüm toplum lehine nasıl işlenebileceğini konuşmak gerekir.
Referandumun içeriği hakkında hiçbir bilgimiz olmasa bile tarafların görüşlerini savunmaları ve sahiplenmeleri tamamen içerikle uyumlu seyrettiğinden ve nasıl savunduğunuz neyi savunduğunuzdan daha az önemli olmadığından kimin neyi istediği ya da kimin nereye götüreceği kampanyada tutulan yolun niteliğinden anlaşılabilir. Eğer saldıran, bölen, suçlayan, tehdit eden, korkutan bir yolunuz varsa savunduğunuz şey ve savunduğunuz şeyin götüreceği yer de öyledir. Eğer koruyan, birleştiren, özgürlüğü ve kardeşliği savunan bir yolunuz varsa savunduğunuz şey ve savunduğunuz şeyin götüreceği yer de öyledir.
Kâğıt üzerinde evet seçeneğini desteklediğini söyleyen partilerin karşı tarafa göre bariz çoğunluğu oluşturmalarına (% 38’e karşı %62) karşın bugün iki seçeneğin birbirine çok yakın hatta hayır oylarının muhtemelen önde olduğu bir ortam oluştuysa, demokratik toplumların tarihlerinde benzeri az görülebilecek bir kararla OHAL koşullarında ülkenin rejim değişikliğini oylamayı kendi siyasi ölçüt ve değerleriyle bağdaştırabilen bir iktidarın varlığında hayır sesleri hala bu denli gür biçimde duyulabiliyorsa, bunda oy oranları bakımından çoğunluğu oluşturan partilerin seçmenlerinin artık bizzat kendi var oluşları ve gelecekleri bakımından başka bir hissiyata ulaşmalarının ve “gerçeğin aynı zamanda bir ırmak gibi olmadığını” görmelerinin de bir rolü olsa gerektir.