Önceki yazımda insanın doğasında düşmana ihtiyaç duymak var mıdır sorusuna yanıt aramış ve düşman ihtiyacının kaynağı hakkında düşünmüştüm. Şimdi bu kötünün varlığının ne işe yaradığı hakkında fikir yürütmek istiyorum. Önce durumu belki benim bu yazıda anlatabileceğimden daha özlü biçimde anlatan bir fıkrayı aktaracağım. Fıkrayı İsrailli bir psikanalist ve sanat eleştirmeni olan Itamar Levy’den dinlemiştim.
Bir Yahudi kaza sonucu ıssız adaya düşer. Hayatını sürdürmek için kendisine bir barınak, bir bahçe, çeşitli avlanma aletleri vb yapar. Yıllar geçip de her gün yolunu gözlediği o kurtarıcı gemi bir türlü gelmeyince işleri büyütür. Evini daha görkemli hale getirir, bahçesini güzelleştirir, bazı hayvanları evcilleştirir. Sonunda bir gün kendisini kurtaracak o gemi gelir ve kazazedemiz de fark edilmeyi başarır. Kaptan ve mürettebattan birkaç kişi onu almak için karaya gelirler. Ama adam hemen sandala atlayıp gemiye gitmek istemez. “Beni kurtarmaya geldiğiniz için çok teşekkür ederim” der, “ama gemiye gelmeden önce burada yaptıklarımı göstermek isterim sizlere”. Kaptan ve diğerleri bunca yılın emeğini ardında bırakacak olan adama hak verirler ve onunla birlikte bir ada turu yapmayı kabul ederler. Önce evini gösterir adam, gerçekten güzel ve kullanışlı bir ev yapmıştır. Çok beğenir ve takdirlerini sunarlar. Ardından bağını bahçesini filan gösterir. Derken ağaçtan yapılma görkemli bir binaya götürür onları ve gururla “İşte” der, “kendime yaptığım sinagog, böylece dini görevlerimi de yerine getirebiliyordum.” Turun bittiğini düşünerek gemiye dönüp yollarına devam etmek isteyen kurtarıcılarını “Ama daha bitmedi göstereceklerim” diyerek durdurur ve onları adanın biraz daha uzak bir köşesine götürür. Şimdi karşılarında az önce gördükleri sinagogun bir benzeri daha vardır. Ziyaretçiler hayranlık ve şaşkınlıklarını gizleyemezler ve sorarlar: “Peki bu ne?” “Bu mu” der kazazede yüzünde bir küçümseme ifadesiyle, “bu da benim gitmediğim sinagog!”
Peki, kazazede Yahudi’yi ilkinden sonra bu ikinci sinagogu yapmaya iten nedir? Gitmediği sinagog onun için neden bu kadar önemlidir?
Adadaki uğraşını kendisinin uzantısı olarak düşünülebilecek, kendi kimliğini oluşturan şeyleri yeniden inşa etmek olarak görebiliriz. Bu durumda sadece sevdiği ve yakınlık duyduğu somut ve soyut değerlerin değil, kötü ve kendisinin dışında olan şeylerin de onun kimliğini oluşturanlar arasında yer aldığını anlarız. Kaybettiklerini yeniden oluşturmaya çalışırken kötüyü de bir ihtiyaç olarak hissetmiştir. Kendiliğini ve kimliğini kurarken ne olduğu kadar ne olmadığını da belirtmek istemiştir.
Sevgiyle bağlı olduğumuz ve bize bağlı olan kişi ve nesnelerin önemini vurgulamaya pek gerek yok. Sevgiyle bağlandığımız kişi ve nesneler, giderek simgeler ve değerler kendimizi iyi hissetmek için vazgeçilmez önemdedirler. Ama galiba her insan kendi içinde kabul edebileceğinden daha fazla kötü barındırır. Kabul edilebilecek olandan fazlasını ihraç etmek için de kötü olan veya daha doğru ifadeyle kötü olarak kodlanan kişilere, nesnelere, değerlere ihtiyaç duyar.
Demek ki sevgi kadar nefret de kuvvetli bağlar oluşturabilir. Nefret ya da saldırganlık bağları diyebileceğimiz bu bağlar iki işe birden yarar. Birincisi yukarıda değindiğim gibi “istiap haddini” aşan kendi içimizdeki kötüyü yönlendirmeye ve ikincisi kötüye yöneltilen saldırganlığın iyiler tarafındaki dayanışmayı arttırmasına. Burada, kötü olarak kodladığımız bir kişi ya da gruba karşı etkili bir nefret ve saldırganlığın bizde yarattığı hoşnutluğu akla getirebiliriz.
Bireysel alandan toplumsal alana doğru ilerlersek toplumsal grupların oluşumunda güç yapılarının önemini fark ederiz. Varlığını sürdürmeye çalışan iktidar bunu kısmen kategoriler oluşturarak yapar. Tabii bir tarafa olumlu nitelikleri diğer tarafa da olumsuzları yükler. İşin doğrusu bu iş çoğu zaman gerçekçi ya da ussal temellere dayanarak değil ihtiyaçlara, özellikle de duygusal ihtiyaçlara göre yapılır.
Türkiye’de son bir yılda siyasete damgasını vuran olgu nedir diye sorulduğunda herhalde siyasilerden toplumbilimcilere, gazetecilerden yurttaşlara kadar hemen herkesin toplumdaki bölünmeye işaret edeceği söylenebilir. Bu bölünme kaynağını olumlu, dayanışmaya yönelik duygular kadar olumsuz, yani nefret ve saldırganlığa dayalı duygulardan da alıyor.
Elbette altta yatan bir karşılığı olmadan herhangi bir siyasi tavrın geniş yığınlarca benimsenip etkili olması beklenemez. İfade edilme olanağı bulamayan duyguların gücünden kaybetmekten ziyade için için yanan bir ateş gibi canlılığını koruduğu son dönemde iyice anlaşılır hale geldi. Bu nedenle ülkede ne olup bittiği hakkında düşünmeye, anlamak için gayret sarf etmeye çok ihtiyacımız var. Bu düşünme ve anlama çabası sırasında herkes, hepimiz kendi bilgisi ve görgüsünce bir anlama, açıklama çabasına girişebilir. Büyük boyutlu olaylar ancak tüm yönleriyle ele alınarak anlaşılabilirler. Tarihin, toplumbilimin, siyasetin, ekonominin, felsefenin, gündelik hayatın, edebiyatın, sağduyunun ve düşünülebilecek tüm kaynakların var ettiği bilgilerin bu anlama çabasında yeri olabilir. Ruhbilim de bu olayların anlaşılması bahsinde kendi gücü ölçüsünde mütevazı bir katkı sağlayabilir.
Karşısına aldığı kötüye ihtiyaçlarına göre olumsuz nitelikleri yüklemek değişik derecelerde ortaya çıkabilir. Neredeyse zararsız olan ve basitçe deşarj olmaya yarayan, inceltilmiş ya da uygun hedefe yöneltilmiş bölmeler de; bir toplumsal yapının bütün olarak zarar görmesine ve yoğun insani acılara yol açabilecek bölmeler de vardır. Galatasaray veya Fenerbahçe’yle ilgili herhangi bir haberin altındaki okur yorumlarını okumak bu bölmenin gündelik hayatta nasıl bir işe yaradığı hakkında fikir verebilir. Yine biliriz ki bu iki takımdan birisi nefretle bağlanılmış olan öteki dışında bir takımla maç yaptığında bile tribünler nefret bağıyla bağlı oldukları takım aleyhinde sloganlar atmakla meşgul olabilirler.
Olağan ya da kabul edilebilir diye nitelendirilebilecek durumlarda bu bölme başka şeylerden neredeyse ayrılmış olarak sınırlandırılmış bir alanda gerçekleşebilir. Ama örneğin siyaset alanında ve şiddetin yakınında yer alan bölmeler gücü elinde tutan bir avuç azınlığın dışında herkese zarar verebilir.
Kişiler de örgütlenmeler de kendilerini tanımlarken hangi değerleri, sembolleri, tutumları benimsedikleri kadar neleri dışarıda bıraktıklarını da vurgularlar. Gündelik hayatta da, mesleki pratiklerde de, siyasette de bunu gözleyebiliriz. Bu dünya işlerinin her zamanki yürüyüş şekli, bunda kendi başına bir beis yok. Tabii bu alma ve dışarıda bırakma arasında bir denge, bir uyumluluk olması gerekir. Bu denge ve uyumluluk varsa “kötü” sonuçta kendi kimliğini bilip tanımaya hizmet edebilir. Ama eğer kişi ya da örgütler kendi tercihleriyle ya da karşısındakilerin zorlamasıyla sevgiye dayalı bağlardan çok nefret ve saldırganlığa dayalı bağlarla tanımlanan bir kimlik kuruyorlarsa ne olur? O zaman kötünün kendini tanımaya, bilmeye değil onun tarafından tanımlanmaya yol açtığı bir durum ortaya çıkar. Bu, özgürlükten ve kendine özgü varlığını kurabilmekten söz etmeyi imkânsız kılan bir tabi olma haline yol açar.
Sevgi ve nefret arasındaki ilişki genellikle bir karşıtlık ilişkisi olarak düşünülür. Oysa sevmenin karşıtı nefret etmek değil, sevmemektir. Sevmemekse, nefret etmek değil; olumlu, sevgiye dayalı bir ilgi göstermiyor olmaktır. Nefret edilenle kurulan ilişki bu ilgi göstermeme haline kıyasla çok daha yoğun ve içine alan bir ilişkidir. Dolayısıyla nefret ilgisizliğe göre sevgiye daha yakındır. Bunun bu yazının arka planında hep var olan Türkiye’deki bölünmeyle ilgisine gelince şöyle söyleyebiliriz. Bir yıl öncesine dek görece ilgisiz ve ilişkisiz biçimde varlığını sürdüren birçok kesim artık çok daha yakın bir ilişki içindedirler. Bu yakınlık düşünce ve tahayyül dünyalarındaki büyük farklılıkların da iyice gün yüzüne çıkmasına yol açmıştır. İşleri zorlaştıran şey bunun yavaş, uyum için yeterli zaman bırakan bir biçimde değil de çok hızlı olmasıdır. Gezi hareketi Türkiye toplumunun önüne olağanüstü bir fırsat sunmuştu. Zamanın hızlandığı, on yıllarca sürebilecek zihinsel değişimlerin hızla gerçekleştiği devrim niteliğindeki günlerin ardından, iktidarın bu imkânı kullanmak yerine hoyratça reddetmeye yönelik tutumu toplumdaki değişik sınıfsal, dini, milli ve kültürel kimliklerin birbirini tanımasına değil, birbirinden uzaklaşmasına hizmet etti.
İçimizde taşıyabileceğimizden fazlasını ihraç edebileceğimiz olağan kötülere, evet ihtiyacımız var. “Kötüler”den taşıyabileceğimiz kadarını işleyerek ve dönüştürerek içimize almaya da. İçinde taşıyabildiği hiçbir şey olmayan ve nefretini elinden aldığımızda koca bir boşluktan ibaret olduğunu göreceğimiz siyasetçiye ise hiçbir ihtiyacımız yok.