31 Mayıs 2018
T24’te yazmaya başladığımdan beri zaman zaman elektronik posta kutuma “Değerli basın mensubu” hitabıyla başlayan bazı mektuplar gelir. Bunlar bazen siyasilerin etkinliklerini tanıttıkları basın bülteni türünden bilgilendirmelerdir, bazen gazetelerden derlenmiş bütün adreslere yollandığı belli olan ve belirli bir konuda kamuoyu oluşturmaya yönelik duyurulardır. Mektuplar bazen bir davet içerir, bazen de kişisel nitelikte bir bilgilendirme. İçerik genellikle başka yollarla haberdar olunması zor, ülke gündeminde ön sıralarda yer almayan konulara ilişkindir. Bir fikir vermesi için son zamanlarda gelen bazı mektuplardan örnekler vermem gerekirse:
İnsan ve Özgürlük Partisi yarın saat 10:00'da Ankara'da İçişleri Bakanlığına parti kurmakla ilgili gerekli başvuruyu yapıp İçişleri Bakanlığı önünde basın açıklaması yaparak kamuoyunu bilgilendirecektir.
A9 TV’nin geleneksel olarak düzenlediği, Mübarek Ramazan ayı iftar daveti Çırağan Sarayında gerçekleşecektir. Sanat, siyaset ve basın dünyasından değerli konuklarımız davetimizi şereflendireceklerdir. İftarımızda sizi de aramızda görmek bizi onurlandıracaktır.
Saygılarımızla.
İşte bunlara benzer mektuplardan söz ediyorum. Okurların hemen anlayacağı üzere bunların çoğu şöyle bir bakıp pek üzerinde durmadığım, genelde çabucak unuttuğum türden mektuplardır. Ancak geçen gün gelen bir mektup üslubundaki gizemli havayla ve sonra da beni yönlendirdiği düşünme biçimiyle hayli ilgimi çekti. Gizemli hava dediğim, diğerlerinin aksine hem doğrudan bana hitap eder görünmemesi hem de “size özeldir” diye bir not içermesiydi. Mektupta bir web sitesinin adresi ve bu yazının başlığını oluşturan sözcükler vardı: Demokrasi Havarisi Devlet Bahçeli. Benden www.asikarsirlar.com adresinden bu yazıyı okumamı talep eden mektuptaki linke tıklayarak söz konusu aşikâr sırların ne olduğuna bir bakmak istedim ve aşağıda okuyacağınız yazıyı buldum. Yazıyı ilk birkaç paragrafını okuduktan sonra o sırada vaktim olmadığından daha sonra okumak üzere bilgisayarıma kaydettim. Bu hemen hiç yaptığım bir şey olmadığından o sırada pek de düşünmeksizin yazıyı kaydetmem ilginçti. Daha da ilginç olansa yazıyı birkaç arkadaşımla paylaşmak istediğimde bunun mümkün olmadığını, linkin çalışmadığını görmemdi. Yazı ve hatta web sitesi ortadan kaybolmuştu. Ama kaydettiğim nüsha bende duruyordu, bu yazıdaki bakış açısını kendime saklayamayacağım kadar ilginç bulduğum için yazıyı burada kamuoyuyla paylaşmaya karar verdim. Yazı Devlet Bahçeli’nin siyasi hayatındaki dönüm noktalarını özetliyor, ardından Hz. İsa’yı son akşam yemeğinde öperek onu Romalılara teslim eden adı ihanetle özdeşleşmiş Yahuda İskaryot’un eylemine değişik bir gözle bakmayı öneriyor, sonra da bunu Jorge Luis Borges’in yıllar önce hayali bir yazar aracılığıyla zaten kurgulamış olduğunu anlatıyordu. Kimi zaman imalarla kimi zaman da daha açık bir üslupla Bahçeli ile Yahuda’nın kaderlerindeki benzerliklere dikkat çekiyor ve Bahçeli’nin kamuoyu için çoğu zaman anlaşılmaz kalan siyasi tavırlarına bambaşka bir anlam vermeye çalışıyordu. Güncel siyaset, teoloji ve edebiyat diyarlarında gezinen bu ilginç ve biraz tuhaf yazıyı sayın okurların ilgisine sunuyorum.
Devlet Bahçeli 1997 yılında Alparslan Türkeş’in ölümünün ardından MHP genel başkanlığına seçilmişti. İki yıl sonra, Bahçeli liderliğinde girdiği ilk seçimde DSP’nin ardından ikinci parti olan MHP o zamana kadarki en büyük seçim başarısını yakalamıştı. DSP’nin yüzde 22 oyla 136 milletvekilliği kazandığı o seçimlerde MHP yüzde 18’lik oy oranıyla 129 milletvekilliği elde etmişti.
Ardından DSP, MHP ve ANAP üçlü koalisyonu kurulmuş ve Ecevit’in başbakan olduğu hükümette Bahçeli de başbakan yardımcılığı görevini üstlenmişti. Ancak 1999’da kurulan ve daha önceki dönemlerde pek de tasavvur edilemeyecek zor bir koalisyonu dönem koşullarına göre iyi götürüyor görünen hükümet 2001’deki ekonomik krizle sarsılmış ve Ecevit’in (sonradan hayli spekülasyonlara konu olan) sağlık sorunları nedeniyle de ülkeyi yönetmekte zorlanmaya başlamıştı. Bu arada muhalefetteki Fazilet partisinden ayrılan bir grup 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisini kurmuş, partinin genel başkanlığını da Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağı nedeniyle Abdullah Gül üstlenmişti.
İşte böyle bir ortamda Devlet Bahçeli koalisyondaki ortaklarından da bağımsız olarak aniden bir erken seçim çağrısı yapmış[1], bu çağrıdan sonra kaçınılmaz hale gelen seçimlerin sonucunda koalisyonun üç ortağı da parlamento dışında kalırken yüzde 10 barajı nedeniyle tüm oyların yalnızca yüzde 55’i mecliste temsil edilebilmişti. Daha yeni kurulmuş olan AKP ise girdiği ilk seçimde yüzde 34 oyla meclisteki 550 milletvekilliğinin 363’ünü kazanmıştı.
Siyaset bilimiyle, psikolojiyle, toplumbilimle, hatta komplo teorileriyle ilgilenenlerin anlamakta ve açıklamakta zorlandığı bu beklenmedik çıkış, elde tutulan iktidardan böylesine cesur bir feragat ülke siyasetinde alışılmış bir davranış değildi. Erken seçimin sonuçları koalisyon ortakları için öylesine yıkıcı oldu ki, büyük ortak DSP bir daha geri gelmemek üzere siyaset sahnesinden silindi ve varlığını ancak kâğıt üzerinde sürdüren iddiasız bir partiye dönüştü. Benzer biçimde Anavatan Partisi de siyasi arenadan tedrici olarak kayboldu. MHP’ye gelince her ne kadar diğer iki parti gibi siyaset sahnesinden tümüyle silinmediyse de bir daha iktidar yüzü göremedi.
Bahçeli’nin seçim sonuçlarının kendisi ve iktidar ortakları için bu denli yıkıcı olacağını öngörememesi mümkün müydü? Türkeş’ten sonra ülkücü siyasi geleneğin liderliğini elde etmiş olan bir siyaset adamı uzak görüşlülükten bu denli yoksun olabilir miydi? Bugünün Türkiye’sinin önünü açan bu erken seçim kararının sorumluluğunu üstlenebilmek için insanda nasıl bir siyasi cesaret, nasıl bir özgecilik, nasıl bir yalnızlığa tahammül gücü, nasıl bir kendine güven olmalıydı?
Elbette özellikle seçim sonuçlarının ardından kendi partisi de dahil birçok kesimden Bahçeli’ye bu siyasi kararın büyük bir hata, bağışlanmaz bir siyasi kusur olduğu yolunda eleştiriler yöneltildi. Bununla birlikte davranışına hangi saikın yön vermiş olabileceği konusu anlaşılmaz kalmaya devam etti.
AKP iktidarının 13. yılında 2015 yılının Haziran’ında yapılan genel seçim Türkiye’nin bir yol ayrımında olduğu son derece önemli bir seçimdi. Arka arkaya üç defa seçim kazanmış bir iktidarın doğal yıpranmasının yanı sıra partinin lideri Cumhurbaşkanlığı gibi tarafsız daha doğrusu anayasaya göre tarafsız olması gereken bir mevkie geçmişti. Seçimden iki yıl öncesinden beri, Gezi olayları ile Türkiye’nin aslında ne kadar kutuplaşmış olduğu, iktidarın toplumun büyük bir bölümünde nasıl isyan duyguları uyandırdığı ortaya çıkmıştı. AKP dışında kalan ve birbiriyle uyuşmaz siyasi hedef ve değerlere sahip olan birçok parti ve eğilimin AKP iktidarından büyük bir rahatsızlık duyduğu anlaşılmıştı. Ardından AKP’nin iktidara gelmesinden beri organik biçimde iç içe olduğu ve özellikle devlet katında ve medyada ona kadro sağlayan cemaat ile ilişkilerinde büyük bir yarılma ortaya çıktı. Bu gerilim artık gizlenemeyecek biçimde açık bir savaşa dönüşene dek iktidar yandaşlarınca sürekli inkâr edilmiş, böyle bir yarılmadan söz edenler neredeyse hakaretler eşliğinde susturulmuştu. “Cemaat” 17/25 Aralık girişiminden sonra “paralel yapılanma” olarak adlandırıldı. “Cemaat” ya da “paralel yapılanma” 15 Temmuz darbe girişiminde bir terör örgütü kimliğiyle son kozunu oynamaya kalktığında ise “FETÖ” adıyla siyasi cehennemin lanetliler köşesine yollandı.
Bahçeli’nin içinde bulunduğu siyasi yükümlülüğü ve bir siyasetçi olarak ülke insanına karşı duyması beklenen sorumluluğu çok çok aşan ilahi bir kudretle kendinden vazgeçişi, Tanrısal irade karşısında küçülerek vecde eren azizlere yakışır yolda çok nadir görülebilen bir insanlık durumuna işaret eder.
Haziran 2015 seçimlerinden önce o zamanlar adlandırıldığı biçimiyle “paralel yapı” iktidara 17/25 Aralık saldırısını çoktan yapmıştı ve Bahçeli o zamandan itibaren seçim kampanyası döneminde iyice belirgin halde olmak üzere iktidara 17/25 Aralık üzerinden yüklenmişti. Bahçeli’nin bu konuda iktidara yönelik eleştirileri kendine has retoriği eşliğinde bazen başka hiç kimseden duyulamayacak şiddette oluyor, huşunetli lider elini içinden gelen cesaret dolu kararlılığı gösterecek biçimde sertçe sallayarak iktidarın ve yandaşlarının “alayına” meydan okuyordu. Bu seçim kampanyası döneminde Bahçeli kendisini Erdoğan’ın o denli uzağında ve karşısında tarif ediyordu ki siyasette dün yoktur kelamını kendisine amentü belleyenler bile böylesi keskin bir söylemin onu ebediyete kadar başka bir siyasi konuma geçmekten men edeceği konusunda bahse girebilirlerdi. Devlet Bahçeli’nin o dönemde yaptığı konuşmalar gizli değil, MHP’nin resmi internet sayfasından bu konuşmaların tamamına erişilebilir.[2] Bahçeli’nin seçim mitinglerinde söylediklerinin önemli bir bölümü AKP hükümetinden, Ahmet Davutoğlu’ndan çok o dönemde “17-25 Erdoğan” diye adlandırdığı Tayyip Erdoğan’a yöneliktir. Bu konuşma metinlerine rastgele bir göz atmak bile Bahçeli’nin o dönemde Erdoğan’a nasıl baktığı hakkında yeterli fikir verir:
“Erzurumlu, elinde avucunda ne varsa çocukları için satarken; yatak odalarından, ayakkabı kutularından, millete küfreden havuzcuların kasalarından çıkan haram serveti unutmayacaktır.” [3] “Bu şahsiyetin akıl ve vicdan seviyesi tükenmiş, idrak ve izzet ufku kapanmıştır.” [4] “Bir yanda hırsızlık yaptılar, diğer yanda ahlakı susturdular. Bir yanda rüşvet yediler, diğer yanda hukuku katlettiler. Bir yanda hazineyi boşaltılar, diğer yanda kasalarını doldurdular. 17-25 Aralık’ta suçüstü yakalandılar, ama darbe dediler. Görevini yapan hâkim, savcı ve polislere saldırdılar, görevden aldılar, sürgüne ve cezaevine yolladılar. İşler sarpa sarınca, maske düşünce, kirli çamaşırlar birer birer dökülünce, 12 yıl bir ve beraber olduklarını paralel ilan ettiler. Nitekim AKP, tarihin en büyük yolsuzluk suçunu işlemiştir.”[5] “Erdoğan, sen nasıl bir Müslümansın? Hadi Cumhurbaşkanı olmanı geçtik de nasıl bir insansın? Senin yaptıklarına ancak iblis teşebbüs edecektir. Erdoğan sen yakın tarihimizin en yanlış şahsiyetisin.”[6] “Yüce Divan’dan kaçırılan dört eski rüşvetçi bakandan, villalarda eritilen hırsızlık hasılatından ve faillerinden hesap soracaksınız. Ya helalin ya da Bilal’in yanında duracaksınız.”[7]
İşte Bahçeli’nin üslubu ve konuşmalarının genel havası böyleydi. Ama seçimlerden sonra beliren ve HDP’nin barajı rahatlıkla aşması dışında o günün koşullarında Bahçeli’nin hayal edebileceği en iyi senaryonun gerçekleşmesi anlamına gelen tablo ortaya çıktığında Bahçeli kendisini izleyen sıradan fanilerin anlayabileceğinin çok ötesinde, bambaşka tavırlara daha ilk günden yelken açtı. On üç yıllık AKP iktidarının sonu anlamına gelebilecek bir seçim sonucu tahakkuk etmiş, 550 milletvekilliğinin 258’i AKP’nin, 292’si muhalefetin olmuştu. En dramatik kısmını anmakla iktifa edersek, Bahçeli, Kılıçdaroğlu’nun “Hükümeti birlikte kuralım, Bahçeli başbakan olsun” önerisine inanılmaz sertlikte bir cevap vermiş, Ramazan ayında olmakla orucun faziletlerini anlatarak başladığı açıklamasına Yusuf Has Hacip’ten vecizelerle devam etmiş ve ardından yine kendine özgü o beliğ sözlerle şöyle devam etmişti:
“Hayatın anlamı esasen onu aramaya bağlıdır. Peyami Safa der ki, hayat duyulara ait plandan zekâya ve idrake ait bir plana yükseliştir. Acaba diyorum, koltuk tedarikçiliğine heveslenenler, mevki düşkünlüğüne kapılanlar hayat ve siyasetin hakkını layıkıyla verebilirler mi? Meçhulün girdabında sürüklendiklerini unutup da malumun kıyılarına çıkmayı isteyenler çözüldükçe düğümlendiklerini ne zaman anlayacaklar? Vehimli ve telaşlı bir ruh haliyle mezun olmadıkları koltuk ikramına meyledenler, sanıyorum hırslarına yenilenler, ilkeleri çoraklaşanlardır.
“Koltuk bir amaç değil, vasıtadır. Ülküsüz bir koltuk, ilkesiz ve iradesiz bir duruş akıllıya deli, alime cahil, kahramana korkak demektir. Gün aşırı taktik hamlelerle ön almaya çalışan çürük koltuk imalatçılarına önceliklerimizi tarihe bakarak öğrenmelerini tavsiye ederim. Hiç olmazsa Merhum Ömer Seyfettin’in Nadan isimli hikayesindeki Köse Vezir’i, Pembe İncili Kaftan’daki Muhsin Çelebi’yi okumalarını öneririm.”[8]
Gerçi ilk bakışta Bahçeli’nin durumu ne Köse Vezir’in ne de Muhsin Çelebi’nin durumuna uyuyor gibi görünmektedir. Köse Vezir devlet işleriyle uğraşmak istemeyen, kalan ömrünü dua ve ibadete adamayı sadrazamlığa yeğleyen biridir[9], oysa Bahçeli’nin örneğin parti içi muhalefete karşı mücadelesinde “koltukla” ilgili tutumu Köse Vezir’inkinin tam tersi olmuştur. Muhsin Çelebi ise devletine bağlı ama devlette görev almayan, zorlu bir elçilik görevine gönüllü olan okumuş bir adamdır. Ama devleti için üstlendiği bu görevi alırken tek şartı elçiliğin gerektirdiği bütün masrafları, servetini tüketmek pahasına kendi kesesinden karşılamasına müsaade edilmesidir.[10] Devlet Bahçeli’nin devletle ilişkisi ise, fazla söze gerek yok, ismiyle müsemmadır. Ama tabii böyle yüzeysel bir bakışla bakıldığında Bahçeli’nin bu konuşmaya belki de çok ileride fark edilsin diye içindeki o batıni sesi iletmek üzere gerekli ipuçlarını yerleştirdiği anlaşılamaz. Kendisine bir siyasi parti liderinin nihai amacı olan hükümetin başına geçme imkanı sunulduğunda buna gösterdiği tepkinin büyüklüğü, hayatın anlamının onu aramaya bağlı olduğunu öne sürerek mevki düşkünlüğünü lanetlemesi, selikasının kalitesini biraz düşürür görünse de akıllarda kalması bakımından benzersiz bir suçlama olan “koltuk tedarikçiliği” saçmalığını gözünü kırpmadan kullanması Bahçeli’nin siyasette kendine biçtiği rolün dünyevi biçimde hükümet kurmak değil manevi anlamda hükümet olmak olduğunu göstermektedir.
Devlet Bahçeli’nin siyasi macerasındaki önemli noktalarını izlemeye devam edersek, AKP’nin yer almadığı bir hükümet kurma iradesini akim kılan bu çıkışın ardından aynı yılın Kasım ayında yapılan ve AKP’nin bu kez oyların hemen hemen yarısını alarak tek başına iktidar olduğu seçimlerle karşılaşırız. Yakın siyasi tarihin bu döneminde seçimlerin yalnızca AKP kazandığında geçerli ve kabul edilebilir olduğu anlaşılır. “Kazanana kadar seçim” esprilerinin acı gülüşler eşliğinde yinelendiği bir ortamda yapılan seçimlerde MHP milletvekilliği sayısında HDP’nin de gerisine düşerek büyük oranda güç kaybeder. Bahçeli’nin bu hamlesi de yine gerek parti içinden gerekse diğer siyasi eğilimlerden sert eleştiriler alır. Bu defa da Bahçeli hem kurulacak bir hükümette başbakan olma fırsatını elinin tersiyle itmiş hem de o güne dek iblisle bir tuttuğu, Müslümanlığını ve insanlığını sorguladığı, ahlaken düşkün bulduğu, yakın tarihin en yanlış şahsiyeti dediği siyasetçinin ülkenin kaderine bütünüyle el koymasına zemin hazırlamıştı. Bu şekilde anlatıldığında Bahçeli kendini yıkan, kendini inkâr edip ademe yollayan garip bir siyasetçi gibi görünse de sözlerinde, tercihlerinde ve tavırlarında sıradan gözlemcinin anlayamayacağı deruni lisanın izleri vardır.
Bahçeli’nin sürprizleri bununla bitmez. Günün birinde, ülke gündeminde yokken, daha doğrusu artık AKP liderliği bile başkanlık sistemiyle ilgili dayatmayı sürdürmeye gücünün yetmediğini teslim etmişken, Bahçeli, 11 Ekim 2016’da partisinin grup toplantısında bir konuşma yapar. Aşure gününde olduğumuzu hatırlatarak bazı görüşlerini paylaşacağıyla başlar, Asr-ı Saadetten, Kerbela’dan geçerek “Hz. Hüseyin ve muhterem ailesinin şehadeti asılarca kanayan bir yara olsa da, az evvel söylediğim gibi, bundan sonuç çıkartıp geleceğe bakmamız, Yezitlerin oyununa düşmememiz en samimi dileğimdir” dedikten sonra sözü gündeme getirir. “15 Temmuz’dan itibaren FETÖ’yle amansız mücadele edilmektedir. Kararlı, haklı ve son derece doğru şekilde FETÖ’cülerin üzerine gidilmektedir. Devlet ve toplum hayatının her hücresine yerleşmiş FETÖ’cülerin ayıklanması için olağanüstü şartlarda emek ve çaba sarf edilmektedir. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu sürece elbette destek veriyor, makul ve meşru görüyoruz. Ancak FETÖ’yle yapılan mücadelenin, FETÖ’cülere yönelik cezri, cebri ve yıldırıcı tedbirlerin aynısının PKK’lılara da uygulanmasını tutarlılık gereği istiyor, bunu bekliyoruz” diye devam eder. Sonra sözü rejim tartışmalarına getirir: “Türkiye’yi yöneten devlet ve hükümet ricalinin Anayasaya uyma konusunda çok iştahlı ve hevesli olmadığı gelişmelerle sabittir. Cumhurbaşkanı, millet tarafından seçildiği gerekçesiyle fiili başkanlık sistemini dayatmakta, Anayasayı açıkça ihlal etmekte, görevinin sınırlarından tüm eleştirilere rağmen taşmaktadır” diyerek Tayyip Erdoğan’ı eleştirir. Partili Cumhurbaşkanı olarak davrandığını, AKP’ye oy istediğini, bu tutumlarıyla fiili bir durum yarattığını, dolayısıyla her gün suç işlediğini ve anayasayı çiğnediğini söyler. Bu durumda iki yol vardır diye devam eder, “Bunlardan birincisi ve bizim açımızdan da en doğru, en sağlıklı olanı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın fiili başkanlık zorlamasından vazgeçmesi, yasa ve anayasal sınırlarına çekilmesidir.” Ancak bunun olmadığı ve olamayacağı görüldüğünde ikinci yola yani TBMM’de 367 oyla veya 330 oy artı referandum yoluyla başkanlık sisteminin halka sorularak onaylanması yoluna gidilebileceğini söyler. [11] İşte böylece 2017 Nisan ayında yapılan referandumun yolu açılır ve malum olduğu üzere pek çok tartışmalara gebe olan bir referandum süreci sonunda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine giden yol açılır.
Bu tıpkı daha önceki beklenmedik siyasi müdahaleler gibi ülkenin kaderinde son derece önemli rol oynayan olağanüstü bir karardır. Bir kez daha siyaset bilimciler, toplumbilimciler, psikoloji bilimi mensupları, hatta komplo teorileriyle ilgilenenler için bu kararın gerekçeleri ve Bahçeli’nin kendini bu konuma yerleştirmesi anlaşılmaz kalmıştır. Bu süreçte Bahçeli’nin parti içi muhalefetle başı derde girdiğinde evvelden yakındığı hukuksuzluklardan, daha doğrusu hukukun bir alet gibi kullanılması tutumundan yararlandığı görülmektedir. Bahçeli artık ne Köse Vezirdir ne de Muhsin Çelebi. Eğer bir siyasi muarızı Bahçeli’ye kendisinin yaptığı gibi edebi kahramanlardan örnek vererek saldırıda bulunmayı yeğleseydi, pek severek kullandığı “doktor” unvanını ve uzlaşmaya yöneldiği kişiyi iblisle bir tutmasını hatırlatarak Goethe’nin Faust’una bakmamızı söyleyebilirdi[12]. Belki bazıları da küçük kardeşine attığı iftirayla onun hayatını karartan Kaşağı’nın çocuk kahramanını[13] hatırlatabilirdi. Ama bütün bunlar tümüyle yersiz benzetmeler olurdu. Bahçeli’nin içinde bulunduğu siyasi yükümlülüğü ve bir siyasetçi olarak ülke insanına karşı duyması beklenen sorumluluğu çok çok aşan ilahi bir kudretle kendinden vaz geçişi, Tanrısal irade karşısında küçülerek vecde eren azizlere yakışır yolda çok nadir görülebilen bir insanlık durumuna işaret eder.
Böylece Devlet Bahçeli AKP’nin başkanlık sistemi umutlarını tam teslim olduğu noktada yeniden yeşertir ve yukarıda aktarıldığı üzere “bu durumda iki yol vardır ve bizim tercihimiz Cumhurbaşkanının anayasal sınırlarına çekilmesidir” demişken referandumda “doğru ve sağlıklı” olduğunu söylediği tarafta değil, Tayyip Erdoğan’ın yanında yer alır. Bu çelişkili durumların onun idrakinden kaçtığını düşünmek ancak nefretle körelmiş bir muhakemeye, Bahçeli’nin içsel derinliğini kavramaktan aciz çocuksu bir kindarlığa bağlı olabilir.
Bundan sonraki evre şimdi içinde bulunduğumuz seçim sürecine ilişkindir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için seçimler 2019 yılının 3 Kasım’ında (AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinin yıldönümünde) yapılacakken ve AKP sözcüleri ve Cumhurbaşkanı bir erken seçimin söz konusu olmadığını birçok defa vurgulamışken bir kez daha kendisinden başka herkesi şaşırtan bir adım atar. Bu kez gündeminde yeni bir erken seçim vardır.
Partisinin 17 Nisan 2018’deki grup toplantısında Bahçeli “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” vurgusuyla konuşmasını açar, ardından Suriye hükümetinin kimyasal silah kullandığı haberi üzerine ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, İran ve Almanya’nın tutumlarını gözden geçirir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin referandumla bir yıl önce kabul edildiğini, kendilerinin “7 Ağustos Yenikapı ruhuna ve 16 Nisan Halkoylamasının muazzez sonucuna” bağlı olduklarını belirtir. Şöyle devam eder: “Türk milletinin bekasını, geleceğin güçlü Türkiye’sini amaçlayan herkes de bu ruha sadık kalmalı, aziz milletimizin yanında duracak feraset ve fikriyatı gösterebilmelidir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi artık cumhurun namusuna emanettir.” Ardından muhalefetin ülkeye düşmanlığını vurgulayan ağır sözlerle devam eder: “Ana muhalefet partisi CHP, yanına yöresine aldığı ipsiziyle sapsızıyla, PKK’sıyla FETÖ’süyle, HDP ve diğer rejim ve millet muhalifleriyle komplo peşindedir.” Ve hükmünü açıklar: “Türkiye’nin bu ağırlığın altında daha fazla kalması, 3 Kasım 2019’a kadar sabırla dayanması, geldiğimiz bu aşamada mümkün, makul ve münasip değildir.” Bahçeliye göre “Önümüzde iki seçenek vardır: Ya Cumhurbaşkanı ve Milletvekili Seçiminin normal tarihi olan 3 Kasım 2019 beklenecek; ya da milli mecburiyet ve ortaya çıkan meşru gerekçelerden dolayı seçimler erkene çekilecektir.” Ve bu iki yoldan hangisinin tercih edilmesi gerektiğini belirtir: “26 Ağustos 2018 Pazar günü, yani Malazgirt Zaferi’yle Büyük Taarruzun yıldönümlerinde, Türk milletinin yeni bir zafer ruhuyla sandığa gidip hem Cumhurbaşkanı hem de Milletvekili Genel Seçiminde Türk ve Türkiye düşmanlarına hak ettikleri dersi vermesi en makul, en mantıklı, en akılcı, en demokratik yoldur.”[14]
Bu açıklamanın AKP hükümetini ve Erdoğan’ı da şaşırttığı bellidir, birkaç gün süreyle erken seçimin gündemlerinde olmadığını tekrarlamaya çalışsalar da her zamanki gibi Bahçeli’nin dediği olur ve kısa bir süre sonra Malazgirt zaferinin yıldönümünde değilse de Çarlık ordusunun savaş meydanını terk etmesiyle kazanılan Silistre muharebesinin yıl dönümünde (1854) ya da dilerseniz Simon Bolivar’ın Yeni Kolombiya Cumhuriyetini ilan ettiği günün yıl dönümünde (1821), 24 Haziran’da erken seçimlerin yapılması kararı alınır.
Bu sırada MHP içindeki muhalefet artık partileşme sürecini tamamlamış, Bahçeli retoriğinde “ip, ipsiz ve ipsiz-sapsız” sözcüklerinin kendilerine sık sık yer bulmasına yol açacak biçimde onu rahatsız etmeye başlamıştır. Dava arkadaşlarının ve ülküdaşlarının görünüşe göre yarısını kaybetmesine yol açan bu süreçte Bahçeli eğer bir parça olsun kendi nefsini düşünen sıradan siyasetçiler gibi davransaydı, kendi izzetini ve ikbalini korumaya bir nebze değer verseydi bu ruhani çileciliğe yönelmez, beşerî zaaflar içinde anlaşılabilir uzlaşmalara kapı açardı. Ama o kendini kendinden çok daha büyük bir sürecin, adeta tanrısal bir hükmün iradesine teslim etmiş imanlı bir veli olarak “akıllıyken deli, alimken cahil, kahramanken korkak” olmak pahasına daha da ileri ufuklara yelken açmaktan bir an bile imtina etmemiştir.
Şu sıralarda seçimlere bir aydan daha kısa bir süre var. Kamuoyu yoklamaları, anketler, gözlemcilerin değerlendirmeleri, seçim meydanlarındaki manzara, tarafların haleti ruhiyesi birlikte ele alındığında daha bir ay önce sesi kısılmış, boğulmuş, umutsuzluk ve çaresizlik içinde bunalmış muhalefet cephesinin moral üstünlüğü ele geçirdiği ve AKP-MHP-BBP ittifakının oy oranının bir önceki seçime göre hayli gerilediği görülüyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın ilk turda seçimi kazanması artık pek de beklenmiyor.
Bir kez daha Bahçeli kendisi için sonunun ne olacağını iyi hesaplayamamış göründüğü ve kendisiyle birlikte yürüyenlerin de tökezleyeceğinin anlaşıldığı bir siyasi manevrayı tasarlamıştır. Bahçeli eylemlerini başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüne bakarak değil kendi batıni kıstaslarını gözeterek, ilahi ve vatani tecelliye yapacağı katkının büyüklüğünü hesaba katarak seçen; eğer öyle gerekiyorsa nefsini ve gururunu ayaklar altına almaktan çekinmeyen bir liderdir. Bunu bugünün şartlarında yeterince berrak göremiyor olabiliriz ama tarih ve edebiyatın bize bu konuda söyleyeceği birkaç şey olabilir.
AKP’nin eski Dışişlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve TBMM 25-26. dönem AKP Siirt Milletvekili olup halen AK Parti İnsan Haklarından sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü olan ve üç yıl önce seçim bölgesi Siirt’teki bir programda Erdoğan için söylediği “salavatlı türkü” ile gündeme gelen[15] Prof. Dr. Yasin Aktay’ın da yayın kurulunda yer aldığı inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi Milel ve Nihal dergisinde yayınlanan bir yazısında Mahmut Aydın Yahuda İncili hakkındaki tartışmaları ele alır.[16]
Aydın, önce Yahuda hakkında genel bilgiler verir: “Günümüz Hıristiyanlığınca otantik olarak kabul edilen dört İncil’e göre on ikinci havari sıfatıyla İsa’nın havarilerinden biri olan Yahuda İskaryot İsa’nın döneminde Baş kâhin olan Kayafas ile 30 dirhem karşılığında anlaşarak İsa’nın yerini onlara söylemiş ve onu yakalamaya geldiklerinde de öpmek suretiyle İsa’yı ele vermiş bir haindir.”
Ardından başkalarınca da dile getirilen bazı çelişkili noktaları hatırlatır: “Hıristiyan düşüncesindeki Yahuda’nın öyküsünde tartışmalı taraflar vardır. Örneğin baş kâhin ve yetkililerin aktif olarak gezginci vaizlik yapan ve etrafında kalabalıklar toplayan İsa’yı teşhis etmek için başka birine ihtiyaç duymaları olağan dışıdır. Çünkü İsa, kalabalıklar tarafından tanınan ve kendisine hayranlık duyulan umumi bir figürdü. Böyle bir şahsiyetin Yahudi yetkililer tarafından tanınmıyor olması ihtimal dışıdır.”
Daha sonra adı ihanetle özdeşleşmiş olan Yahuda’nın kaderiyle Yezit arasındaki paralelliği vurgular: “Hz. İsa’nın beklenen siyasi Mesih olması ve işgalci Roma güçlerine karşı bir isyan hareketi planlaması gibi gizli bilgileri işgalci Roma yetkililerine ve onların işbirlikçisi konumunda olan Yahudi yetkililere aşikâr kılmak suretiyle Yahuda İskaryot Hıristiyan geleneğinde para karşılığı İsa’yı ele veren bir hain olarak görülmektedir. Hatta Yahuda’nın bu ihaneti Hıristiyanlık tarihinde önemli bir simge olarak kabul edilmekte ve bundan dolayı da tıpkı Sünni Müslümanların Emevi halifesi Yezid’in Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’i şehit ettirmesinden dolayı çocuklarına Yezid adını vermeyi uygun bulmaması gibi Hıristiyanlar da çocuklarına Yahuda adını vermeyi uygun bulmamaktadır. Yine bu bağlamda hayvanların kesim için geçici olarak bekletildiği ağıllarda diğer hayvanları kesim yerine yönlendiren keçiye Yahuda keçisi denmektedir.”
Ardından yazısının asıl konusu olan Yahuda İncili meselesine geçer. “İsa’nın havarilerinden biri olan ve İsa’ya ihanet ederek onun muhalifleri tarafından yakalanıp idam edilmesine vesile olan Yahuda İskaryot’a atfedilen Yahuda İncili 1970’lerde (muhtemelen 1978’de) orta Mısır’da ele geçirilmiştir. İngilizceye çevrilip tüm dünyaya duyurulması 2006 yılındadır.”
Bundan sonraki “Hainlikten Kahramanlığa: Yahuda İncilinin Muhtevası Üzerine Bir Yorum” adlı alt başlıkta ise konunun can alıcı yerine gelir: “Eğer Yahuda İncilinin ifade ettiği gibi Yahuda gerçekte bir hain değil de İsa’nın rolünün gerçekleşmesi için bilinçli olarak kendini feda eden bir kahramansa o zaman geleneksel Hıristiyan düşüncesi bundan bir zarar görür mü? (…) Geleneksel Hıristiyan düşüncesinde ileri sürüldüğü gibi eğer hain olarak kabul edilen Yahuda İskaryot İsa’yı Yahudi dini yetkililerine jurnallememiş ve bu şekilde onun yakalanmasına vesile olmamış olsaydı o zaman İsa da çarmıha gerilmemiş olurdu. Durum böyle olunca da yukarıda ifade ettiğimiz gibi İsa’nın çarmıhta kanını akıtmak suretiyle insanlığın günahına kefaret olduğu yönündeki geleneksel kefaret doktrini gerçekleşmemiş olurdu ki bu da mevcut Hıristiyan teolojisinin en önemli dayanağını kaybetmesi anlamına gelirdi. İşte Yahuda İskaryot İsa’yı ele vermek suretiyle onun çarmıha gerilmesini sağladığı ve bu şekilde geleneksel Hıristiyan teolojisi için büyük öneme sahip olan kefaret doktrinine geçerlilik kazandırdığı için yaptığı eylemden dolayı her ne kadar hain olarak görülse de Yahuda İncilinin ifade ettiği gibi o aslında bir kahramandır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Yahuda İskaryot olmasaydı İsa tutuklanmayacak ve insanlığın günahına kefaret olarak çarmıha gerilmemiş olacaktı. İşte bundan dolayı kanaatimizce Hıristiyanlar İsa’yı Yahudi yetkililere teslim ettiği için Yahuda’ya lanet etmemeli aksine bunu yaparak onun çarmıhta ölümünü sağladığı için ona minnet duymalıdır. Yahuda İncili de tam olarak bunu yaparak Yahuda İskaryot’un aslında bir kahraman ve İsa’nın en güvenilir havarisi olduğunu ilan etmektedir.”
Aydın, bundan sonra bir akademik yazı için kusur sayılabilecek bir biçimde bu paragrafı neredeyse aynı cümlelerle tekrar eder ve Yahuda’ya yardım eden Yahudilerin ve hatta Roma Valisinin de ilahi tecellinin gerçekleşmesini sağladıkları için kahraman sayılmaları gerektiğini belirtir.
Sevenlerinin iyi bildiği üzere, Borges, öykülerinde sık sık hayali yazarlar uydurur ve onların eserleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Örneğin o nefis “Gizli Mucize” öyküsünde Jaromir Hladik’ten bahseder. Hladik’in “Düşmanlar” adı eserini bitirmek için zamana ihtiyacı vardır ve Gestapo tarafından tutuklanıp ölüme götürülecekken Tanrıya yalvarıp ondan eserini bitirmek için zaman ister. Herbert Quain’in Eserlerinin İncelenmesi adlı öyküsünde de bu hayali yazarın eserlerini tanıtır. Hatta onun yazdıklarından yararlanarak kendi öykülerinden birini türetme kurnazlığını gösterdiğini “itiraf” eder. Yine Pierre Manard adlı bir başka hayali yazar da Don Quixote’yi yeniden ama aslının aynısı olarak yazmıştır ve Borges onun yazdığı versiyonu özgün eserden daha çok beğenir.[17]
Ama bizi burada ilgilendiren öykü Nils Runeberg adlı hayali yazarın Yahuda hakkında yazdıklarıdır. Borges’in anlattığına göre Runeberg 20. Yüzyıl başlarında üniversite kenti Lund’da yaşamaktadır. Ulusal İncil Birliği üyesidir ve son derece dindardır.
Runeberg önce “Yahuda’nın yaptığının gereksizliğini vurgulamakla işe başlar: “Her gün sinagogda vaaz veren ve binlerce insanın önünde mucizeler yaratan bir öğretmenin kimliğini saptamak için, bir havarinin ihanetinin gerekli olmadığını” öne sürer. Bunu az önce aktardığımız gibi Mahmut Aydın’ın da kendi yazısında vurguladığını hatırlayabiliriz. “Öyleyse Yahuda’nın ihaneti kazai değildi, kefaret ekonomisinde kendine özgü gizemli bir yeri olan, önceden belirlenmiş bir olguydu. (…) Tanrı kelamındaki özveriye karşılık verebilmek için bir insanın, bütün insanlık adına ceza gerektirecek bir özveride bulunması gerekiyordu, İskariyeli Yahuda o adamdı. Kelamın çömezi olan Yahuda kendini daha da aşağılayarak bir muhbir olabilir (bütün rezillikler içinde en kötüsü) ve cehennemin ebedi alevlerinde kendine yer edinebilirdi.”
“İşte”, der Borges, “Nils Runeberg Yahuda denen sırra böyle ışık tutar.” Öyküye göre Runeberg bu iddiasından ötürü olmadık suçlamalara maruz kalır. Bu yüzden yazdıklarını revize eder. Bu kez Yahuda’da aşırılaştırılmış ve hatta sınırsız bir çilecilik bulur. “Çileci, Tanrının gücünü kabullenişinin bir belirtisi olarak bedenini aşağılar ve alçaltırken Yahuda aynı şeyi ruhuna yapar. Onurdan, ahlaktan, huzurdan ve Tanrının cennetinden vazgeçer, tıpkı ötekilerin daha az yiğitçe davranarak hazdan vazgeçmeleri gibi.”
Borges, Runeberg’in ağzından bu fikri işlemeye devam eder: “Zinada genellikle sevecenlik ve vazgeçiş vardır; adam öldürmede cesaret; küfür ve dine tecavüzde belli bir şeytani parıltı. Yahuda hiçbir erdemin dokunmadığı günahları seçti: Güvenin istismarı. Muazzam bir alçakgönüllülükle davrandı. Kendisinin iyi olmaya layık olmadığına inandı. Yahuda cehennemi istiyordu, çünkü Tanrının mutluluğu ona yetiyordu. O, mutluluğun ahlak gibi tanrısal bir nitelik olduğunu ve ona insanlarca haksız yere el konulmaması gerektiğini düşünüyordu.”
Stockholm’un ve Lund’un kitapçıları Runeberg’in fikirlerini halka duyurmak için ellerinden geleni yaptılar, ama boşuna. Din çevrelerinin büyük bir kayıtsızlığıyla karşılaştılar. Borges, Runeberg’in bunu neredeyse mucizevi bir onay olarak gördüğünü söyler, Tanrı korkunç sırrının açığa çıkmasını istememektedir.
Sanırım anlatmaya çalıştığım şey için uzun tekrarlara girişmeme gerek yok. Bahçeli’nin burada özetlediğim serüveni için başka hangi yorum yapılabilir ki? Bugünün siyasi ortamında Bahçeli muhalefet partileri açısından bakıldığında siyasi bakımdan bir uçtan diğerine dengesiz ve tutarsızca savrulmuş, ülkenin seçimli tarihindeki en uzun iktidarın gün be gün artan baskıcı ve zorbalık dolu yönetme tarzına bir nokta koyma fırsatının heba edilmesine yol açmış, dün söylediğinin tam tersini bugün onaylayan, güvene ihanet etmiş bir siyasal figürdür. Cumhur ittifakı adı altında birlikte davrandığı AKP ve onun lideri Erdoğan açısından kendilerine tarihlerinde duydukları en ağır hakaretleri etmiş, kendilerinden de aynı derecede şedit hakaretler duymuş olmasına karşın bunlar olmamışçasına davranabilen, birlikte olmak için mecburiyet ve çıkar sözcüklerinin yer almadığı hiçbir açıklamanın akla gelmeyeceği, güvenilirlikten uzak bir ortaktır. Onunla hasım olmak yan yana olmaktan daha kolay ve güvenli görünmektedir. İşte bu son dönemeçte erken seçim çağrısıyla, ardından beklenmedik af çıkışıyla ve önümüzdeki günlerde de gelmekte gecikmeyecek başka ani manevralarla her an iktidarın dengesini bozabilecek, maneviyatını zedeleyebilecek tekinsiz bir profil çizmektedir. Partisinden ayrılan ve ne büyüklükte oldukları bugün tam olarak belli olmasa da referandum sonuçlarına bakılırsa partinin yarısından azını temsil etmeyen muhalifler açısından bir kez tedarik ettiği koltuğa yapışmakta beis görmeyen, bunun için apaçık hukuksuzluklardan medet uman, asgari düzeyde parti içi demokrasi anlayışı olmayan, partiye ve ülküye zarar verip küçültme pahasına kavgacı ve bencil davranan amansız bir düşman gibidir.
Ancak bütün bunlar günün siyasi atmosferinin yarattığı muannit sisin gözlerden sakladığı asıl gerçeği görmemizi engellememelidir. Yukarıdaki türden değerlendirmeler yüzeysel ve dar görüşlü fikirleri ifade etmektedir. İlahi tecelli için kendi insani varoluşundan vaz geçen, yüzyıllar süren lanetlemeleri kahramanca göğüslemeyi göze alan, tanrı kelamı için kefaret ödemek uğruna sıradan insanın her türlü aşağılamalarına katlanan ve bunu dışsal bir mecburiyetle değil kendi iradesiyle seçen Yahuda gibi, Bahçeli de ülkenin selameti için kendini insan olarak, siyasetçi olarak, yurttaş olarak feda etmeyi tereddütsüz benimsemiştir. Gelecek kuşaklar için davranışlarının anlaşılmasına anahtar olacak ezoterik ifadeleri konuşmalarına üstün bir belagatle yerleştirmiştir. Örneğin koltuk tedarikçiliği tartışmasında kullandığı hayatın anlamının onu aramaya bağlı olduğu yolundaki sözleri, meçhulün girdabında sürüklendiklerini unutup malumun kıyılarına çıkmaya çalışanlara seslenişi, ülküsüz koltuktan ve iradesiz duruştan imtina edişi hatırlanmalıdır. Kerbela’dan, Hz. Hüseyin’den ve Yezit’ten söz etmesi konuşmasına rastgele serpiştirdiği gereksiz benzetmeler değil, kendi durumunun anlaşılması amacıyla sonraki araştırmalar için, kader bilimcilere, filologlara, semantik uzmanlarına bıraktığı ip uçlarıdır. Bahçeli’nin tercih, tutum ve davranışlarından zarar gördüklerini iddia edenler bir an durup düşünseler kendisine bunları yapabilen bir insanın o aşkın ruh hali içinden bakıldığında kendi küçük acılarının ne denli zavallıca göründüğünü fark edebileceklerdir. Bahçeli ruhunu muazzep kılmada tereddütsüz; nefsini inkarda sınır tanımaz; gurur, onur ve ahlak gibi sıradan insanların besin kaynağı olan manasını yitirmiş değerler karşısında aldırışsız bir havaridir.
Eğer Bahçeli’nin hamleleri olmasaydı 16 yıldır süren bu iktidar düzeninin son bulması bir hayal olmaktan öteye gidemezdi. İktidar eski rejimde hiç ihtiyaç duymayacağı yüzde 50 + 1 oya muhtaç kalmış, bunun için Bahçeli’yle ittifak yapmak zorunda kalmıştır. Bahçeli yakınlarda “2001’de hedef Ecevit’ti, şimdi Erdoğan hedef alınıyor” diye duruma açıklık kazandırdı. [18] Ona göre, o tarihte nasıl döviz fırladıysa, ekonomik kriz havası yayıldıysa, aynı senaryo şimdi de tekrarlanmaktadır. Eğer ferasetimiz yeterse bundan anlayacağımız bir tek şey vardır: “2001’de Ecevit’i hedef almıştım, şimdi hedef Erdoğan.” Bahçeli o günkü tablodan çıkış yolunu erken seçim çıkışıyla nasıl bulduysa, ülkeyi ve Ecevit’i şer odaklarının hedefinden nasıl çekip aldıysa bugün de aynı şeyi yapmaya çalışmaktadır. Yazının başında Bahçeli’nin bu görevi ne şekilde yerine getirdiğini ve sonuçlarını hatırlatmıştım: Ecevit’i ve partisini siyaset sahnesinden kalıcı biçimde silerek.
[2] http://www.mhp.org.tr
[7] http://www.mhp.org.tr/htmldocs/genel_baskan/konusma/3881/index.html
[8] Buraya bir kısmını aldığım bu tarihi açıklamanın kalanı için şu linke bkz:
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/devlet-bahceliden-kemal-kilicdarogluna-sert-yanit-29340741
[9] Seyfettin Ö (2018) Nadan, Bütün Hikayeleri 7 içinde, Karbon Kitaplar, İstanbul.
[10] Seyfettin Ö (2018) Pembe İncili Kaftan, Bütün Hikayeleri 3 içinde, Karbon Kitaplar, İstanbul
[11] http://www.mhp.org.tr/htmldocs/genel_baskan/konusma/4136/index.html
[12] Goethe JW (2013) Faust, 2. Baskı, Çev: İ.Z. Eyüboğlu, Sosyal Yayınları, İstanbul
[13] Seyfettin Ö (2018) Kaşağı, Bütün Hikayeleri 8 içinde, Karbon Kitaplar, İstanbul
[14] http://www.mhp.org.tr/htmldocs/genel_baskan/konusma/4405/index.html
[15] https://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/yasin-aktaydan-salavatli-erdogan-sarkisi-840294/
[16] Aydın M (2005-6) Yahuda İskaryot Bir Hain mi? Yoksa Bir Kahraman mı? Yahuda İncili Üzerine Bir Yorum, Milel ve Nihal, 3 (1-2), 7-37.
[17] Borges JL (2017) Ficciones, Hayaller ve Hikayeler, 4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
[18] https://www.aksam.com.tr/siyaset/mhp-genel-baskani-bahceli-2001de-hedef-ecevitti-simdi-de-erdogan-hedef-aliniyor/haber-738529
Bildiğimiz bir nesnenin yeni bir ışık altında başka ve daha güzel bir şeye dönüşebilmesi gibi, derin bir duygudaşlık halindeyken hissedilen sevgi ve yakınlık da kendisinden fazlasına tekâmül edebiliyor
"Vakti kaybettin mi?" diye sordum ve "Sevdiğimizi kaybedince vakit duygusunu da kaybetmiş gibi oluyoruz ya"...
Dörtlünün üyeleri işlemedikleri bir suçtan dolayı on beş yıldan uzun bir süre hapiste kaldıktan sonra 1989 Ekim'inde polisin aleyhteki bazı kanıtları uydurduğu, öte yandan lehteki bazı kanıtları da gizlediği anlaşılınca davanın düşmesiyle salıverilmişlerdi
© Tüm hakları saklıdır.