26 Mayıs 2018

İstanbul Üniversitesi'nin bölünmesi dayatmacı yönetim tarzının uzantısı olan sıradan kötülükten öte bir şey değildir

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin bütün bileşenleriyle varoluşunu tehdit eden böyle bir tehlike karşısında gerçek bir dayanışma duygusuyla hareket ettiğini görmek bizlere güç ve iyimserlik kazandırdı

Bugünkü gazete haberlerinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Alaattin Duran’ın baskıyla istifa ettirildiğini okudum. Anlaşıldığına göre, CHP milletvekili ve cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin fakülteyi ziyaretinin ardından YÖK Başkanı'nın rektörlüğe talimatıyla Duran’ın ayrılması istenmiş.

Bir süre önce başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere birçok üniversitenin bölünmesiyle ilgili kim tarafından ne amaçla ve hangi gerekçelerle istendiği pek de belli olmayan bir yasa tasarısı gündeme gelmişti. Başlangıçta Çapa (İstanbul) Tıp Fakültesi'nin üniversiteden ayrılacağı haberleri çıkmış ama bir hafta sonra Çapa yerine Cerrahpaşa’nın üniversiteden ayrılması söz konusu olmuştu. Her iki karar da üniversitedeki tıp fakültelerince benimsenmemiş, fakültelerin her düzeydeki çalışanları tarafından protesto edilmişti. Buna karşın bölünmeyle ilgili karar TBMM’de ciddi bir incelemeye, tartışmaya konu olmaksızın kolayca alınmıştı.

Son bir aydır Cerrahpaşa Tıp Fakültesi dekanı, öğretim üyeleri, öğrencileri, çalışanları, hastaları ve semt halkı bu karara dirençle karşı çıkmıştı. Fakülte akademik kurulu bölünmeyi onaylamadığını belirtmiş, fakülte içinde hemen tüm çalışanların katıldığı sürekli bir eylemlilik hali eşliğinde bu karardan dönülmesi için çaba harcanmıştı.

Bu son ayda Cerrahpaşa ile ilgili haberlere bakıldığında öğretim üyelerinin, öğrencilerin ve tüm çalışanların bu beklenmedik acayip kararla ilgili olarak nasıl üzgün, kırgın ve giderek öfkeli bir ruh hali içinde oldukları kolaylıkla görülebilir. Karara karşı çıkan protestocular genellikle hayli naif bir biçimde hiçbir "siyasi ve ideolojik" amaçlarının olmadığını, yalnızca fakülteye sahip çıkmak istediklerini vurguladılar. Oysa son görevden alma haberinde görüldüğü gibi kararın alındığı yerler açısından olay gayet siyasi ve ideolojik bir nitelik taşımaktaydı. Sonuçta neyi önemli ve değerli bulduğunuz, neyi koruyup neyi yıkacağınız gibi konular elbette “siyasi ve ideolojik” sayılmalıdır. Bilimsellikten, gelenekten, halka hizmet etmekten, üniversitenin kendi geleceğinde söz sahibi olmasını istemekten söz ettiğinizde kendiniz öyle olmadığını düşünseniz bile karşınızdakilerin kabulüne göre gayet siyasi ve ideolojik davranmış oluyorsunuz. Ekonomiyle, zenginliklerin nasıl paylaştırılacağıyla, hangi değerlere göre yaşamak istediğinizle ilgili tüm kararlar sizi ister istemez siyasete davet eder.

Bu süreçte bütün bu haberleri fakülte çalışanlarıyla tamamen duygudaş olarak izledim. İçtenliklerine, dirençlerine, dayanışmalarına hayranlık duymamak mümkün değildi. “Siyasi ve ideolojik” bakımlardan farklı yerlerde olsalar da tüm fakülte mensuplarının birleştiğini görmek etkileyiciydi. Böyle bir dayanışmanın ve iyi niyetli gayretlerin her zamanki gibi anlaşılmaz bir hoyratlık ve nobranlıkla görmezden gelinmesi ise ne yazık ki pek şaşırtıcı değildi. Bu, Türkiye’de artık iyice yerleşmiş ve toplumun pek çok kesiminin nasibini aldığı genel bir siyaset üslubunun yeni bir tezahürüydü sadece.

Tamamen dışarıdan bir bakışla değerlendirseydim bile İstanbul Üniversitesi'nin bölünmesi kararında kabul edilemez bir dayatmacılık, başka insanların hayatlarına hoyratça bir müdahale, karşısındakilerin hassasiyetlerine, isteklerine, ihtiyaçlarına büyük bir duyarsızlık gördüğüm için bu karara karşı çıkardım. Ama benim için olayın bir de kişisel yanı var.

İstanbul Üniversitesi'nin iki tıp fakültesi de benim liseden sonraki bütün hayatımın merkezinde yer alıyor. Tıp fakültesini Çapa’da okumuştum, uzmanlık eğitimimi de Çapa’da yapmıştım. Daha sonra Cerrahpaşa’da Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalında öğretim üyesi oldum. Geçen yıl kendi isteğimle emekli olana dek ve tabii aslında hala bu iki tıp fakültesi benim de gönül bağıyla bağlı olduğum, kimliğimin önemli bir parçasını oluşturan akademik merkezlerdir. O yüzden Cerrahpaşa’daki hocaların, öğrencilerin ve çalışanların fakülte bahçesinde ve salonlarında yapılan toplantılarda ifade ettikleri duygu ve düşünceler beni derinden etkiledi. İşte fakültenin dekanı Prof. Dr. Alaattin Duran'ın sakin ama dirençli açıklamaları, işte tüm öğrencilerin ve hastaların sevgilisi Prof. Dr. Özgür Kasapçopur’un söyledikleri ve üzüntülü yüz ifadesi, işte Çapa’dan sınıf arkadaşım Prof. Hilmi Apak’ın vakur konuşması, işte oradaki hekim arkadaşlarımın, öğrencilerimin, hemşirelerimin ardı ardına gelen paylaşımları, işte şimdi orada olmasalar bile geçmişte Cerrahpaşa’da okumuş ya da çalışmış arkadaşlarımın içtenlikli, dürüst sözleri, ifadeleri. Bütün bunların karşılığında iktidar temsilcilerinin herhangi bir düzeyde karşılıklı konuşmaya, sorunu tartışmaya, konunun doğrudan muhataplarının fikirlerini sormaya yönelik bir girişimi oldu mu? Hayır, tam aksine: Fakülteye sembolik bir destek ziyareti yapan ve hele ki bir seçim döneminde son derece olağan kabul edilmesi gereken bir açıklamayla bölünmeye karşı olduğu fikrini bildiren bir cumhurbaşkanı adayını karşıladığı için fakültenin dekanı görevden alındı.

İstanbul Üniversitesinde 12 Mart 2015 tarihinde yapılan rektörlük seçimlerinde Prof. Dr. Raşit Tükel büyük bir oy farkıyla birinci olmuş, ancak onun yerine sadece oy bakımından değil (iktidara biat etmeye gönüllü olma dışında) hangi ölçütle değerlendirirseniz değerlendirin Tükel’in karşısında gayet sönük kalan diğer aday rektör olarak atanmıştı. İşte bugün Cerrahpaşa’nın dekanını yukarıdan gelen emirle istifaya zorlayan bu koşullarda atanmış olan o rektördür. Üniversitelerdeki rektörlük seçimlerinde iktidarın istemediği bazı sonuçların ortaya çıkmasıyla birlikte 15 Temmuz sonrasının yasama standardı haline gelen KHK’lardan biriyle üniversitedeki rektörlük seçimleri tümden kaldırılmış ve bu karar Recep Tayyip Erdoğan’ın akıllara durgunluk veren şu muhakemesi eşliğinde tebliğ edilmişti:

“Görünüşte demokratik olan rektörlük seçimleri üniversitelerde gruplaşmaları, hizipleşmeleri, kırgınlıkları artıran bir işleve bürünmüştür. Üniversite içinde zaten çok yıkıcı bir şekilde yaşanan bu süreç YÖK’ün ve cumhurbaşkanının takdiriyle daha da sıkıntılı bir boyut almaktadır. Bunun için rektör atamalarındaki mevcut usulden vazgeçilmesi, üniversitelerimizin de ülkemizin de yararına olacaktır”. Bu muhakemeyle ülkede genel seçimlerin kaldırılmasının önünde de bir engel olmadığı söylenebilir. Zaten iktidarın başka bir yolla değil, bildiğiniz seçimler yoluyla değişmesini istemek ve bunun için çalışmak da pek çok iktidar temsilcisi tarafından “gruplaşmaları, hizipleşmeleri, kırgınlıkları arttıran yıkıcı bir süreç” olarak görülüyor gibidir.

Dolayısıyla Cerrahpaşa ile ilgili gelişmeler ülkede uzunca bir süredir olağan hale gelmiş olan dayatmacı yönetim tarzının uzantısı olan sıradan bir kötülükten öte bir şey değildir. Burada bölme kararın teknik olarak doğru olup olmamasının bir önemi yoktur. Uzlaşma ve anlaşma olmaksızın, tarafların karşılıklı çıkar ve memnuniyetlerini gözetmeksizin alınan bir karar hiçbir şekilde doğru bir karar olamaz.

Üniversitelerin demokratik ve özerk olma niteliklerini tümüyle ortadan kaldıran ve çoğu üniversiteyi acınacak hale düşüren bu tuhaf uygulamaların artık bir son bulması gerekir. Bu süreçte Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin bütün bileşenleriyle kendi payına düşeni yaptığını ve varoluşunu tehdit eden böylesi bir tehlike karşısında gerçek bir dayanışma duygusuyla hareket ettiğini görmek gelecek günler için bizlere güç ve iyimserlik kazandırdı. Bütün Cerrahpaşalılara sevgi ve selamlar.

Yazarın Diğer Yazıları

On yedi

Bildiğimiz bir nesnenin yeni bir ışık altında başka ve daha güzel bir şeye dönüşebilmesi gibi, derin bir duygudaşlık halindeyken hissedilen sevgi ve yakınlık da kendisinden fazlasına tekâmül edebiliyor

Muvakkit'in muvazenesi

"Vakti kaybettin mi?" diye sordum ve "Sevdiğimizi kaybedince vakit duygusunu da kaybetmiş gibi oluyoruz ya"...

Sorgulamalar, itiraflar, Guildford Dörtlüsü ve marzipan

Dörtlünün üyeleri işlemedikleri bir suçtan dolayı on beş yıldan uzun bir süre hapiste kaldıktan sonra 1989 Ekim'inde polisin aleyhteki bazı kanıtları uydurduğu, öte yandan lehteki bazı kanıtları da gizlediği anlaşılınca davanın düşmesiyle salıverilmişlerdi

"
"