Başlamadan önce bir girizgâha ihtiyacım var. Son iki yılda insanın ruhsallığını oluşturan en önemli öğelerden olan duygular hakkında okuyup öğrenmeye bir merak geliştirdim. Hatta bu merak, adeta kendi başına (bağımsız bir) varlığı olan ve başka konulara karşı habis bir bencillik sergileyen zorlu bir güç haline geldi. Evde ve işyerinde çeşitli duygular hakkında yazılmış makaleler ve kitaplar klasörleri ve rafları doldurdu.
Altı yıl kadar önce yayın hayatına atılıp geçen yıl kapanan Başka dergisinin duygularla ilgili sayılarına yazılar yazmıştım. Bunlar üzüntü, kuşku, öfke, tutku gibi temel duygular hakkında yazılardı. Daha sonra da bir kitap projesiyle ilgili olarak utanç ve suçluluk duygusu hakkında okuyup yazmam gerekmişti. Ama merakımın artması aslında bu işlerin bitmesinden sonra kendi kendime kaldığımda başladı. Giderek sıkıntı, iğrenme, gurur, umut, kibir gibi daha karmaşık duygular ilgimi çekiyordu. Bazı duyguların kuvvetli toplumsal yanları da vardı. Duygu sosyolojisi ve sosyo-analiz gibi disiplinlerle tanıştım. İnsan aklına hürmetimi pekiştiren güzel yazılar okudum.
Bunun yanında son bir yılda, daha doğrusu Gezi olaylarından itibaren hemen herkes gibi toplumda ne olup bittiğini anlamaya dair her zamankinden daha büyük bir ihtiyaç hissetmeye başladım. Bu ihtiyacın niteliğini sorguladığımda muhakemem şöyle ilerledi: Türkiye’de iyi kötü alışık olduğumuzdan farklı olağanüstü şeyler oluyordu. Toplumun bir kesimi benzeri pek görülmemiş biçimde bir kitlesel hareketin içindeydi, bu hareketin çok sayıda insanı heyecanlandırdığı ve umutlandırdığı görülüyordu. Ama aynı zamanda bu harekete karşı akılla kavranması güç bir karşıtlık gelişti. Bu olaylar sürerken apaçık gibi görünen gerçekler sanki hiçbir değerleri yokmuşçasına yadsınabiliyor, inanılmaz haksızlıklar, adaletsizlikler yaşanıyor, ölümcül bir şiddet sergileniyor, akla ziyan yalanlar söyleniyordu. Bunların küçük bir bölümünün bile ülkeyi yerinden oynatması gerekirdi sanki, her şey öylesine apaçıktı. Ama işler öyle yürümüyordu, anlaşıldı ki toplumun yine geniş bir bölümü için bu yaşananların bir anlam ve önemi yoktu ya da ilk anda fark edilmeyen başka şeyler daha anlamlı ve önemliydi. Bazen düşmanca biçimiyle “Gezizekalılar” diye de telaffuz edilen “Geziciler” diye bir kelime hayatımıza girdi. En akıldışı komplo teorileri eşliğinde faiz lobisiyle uluslar arası güçlerden başlandı, demokrasi düşmanlığı ve darbeciliğe kadar gidildi. Bu saldırı sırasında ne yasa, ne vicdan, ne sağduyu, ne de akıl kalmıştı sanki. Ardından gelen olayların yani 17 Aralık ve sonrasında olanların çok önemli olsalar da buna göre tali kaldığını, yani burada belli olan safların kimi değişikliklerle aynı kaldığını düşünüyorum.
Safdil görünme bahasına söylüyorum bunları, belki birçokları “Ne zannediyordun ki!” diyecektir. Ama ölümlü olduğumuzu bilmemize karşın bunu yadsıyarak yaşıyor olmamıza benzer biçimde, dünyanın düzeni hakkında bildiklerime karşın sanki işlerin yürüyüşünde güç, çıkar ve sorgulanmamış inançlardan çok aklın ve sağduyunun etkili olduğunu varsayar gibi davrandığımızı bu son yılda daha çok fark ettim. Aynı benzetmeden devam ederek söylersem, ölüm diye bir nihai gerçeğin varlığını ona yaklaştığımızda fark etmemiz ama tehlike uzaklaşınca ya da eskiyince yeniden unutmamız gibi bir şey bu. Şimdilerde akıbetinin ne olacağını henüz bilmediğimiz bir karışıklığın içinden geçiyoruz, bulunduğumuz ülke bize olağan zamanlarda yadsıma lüksüne sahipmişiz gibi davrandığımız nihai gerçeği hatırlatan bir durumda.
Bu nedenle sanki şimdi aklımıza ve birbirimize mukayyet olma vaktiymiş gibi geliyor bana. Bu dayanışma ihtiyacını kuvvetle hissediyorum. Yine bir benzetmeyle söylersem, hani filmlerde olur ya, kahramanımız kendisinin apaçık gördüğü şeyleri başkalarının görmediğini fark eder hayretle. Apaçık gerçeklerdir bunlar, gözüyle görmekte, kulağıyla duymakta, eliyle dokunmaktadır; aklıyla kavramakta, zihniyle muhakeme etmektedir. Ama bunları dile getirdiğinde etrafındakiler sanki onun aklını yitirmiş olduğunu düşünür gibi davranmaktadırlar. Kahramanımız başlangıçta ne kadar emin olsa da zamanla bu kadar insanın yanılıyor olamayacağını düşünür ve kendinden, kendi algısından giderek aklından kuşkuya düşmeye başlar. İşte böyle bir durumda olan kişi için dünyayı kendisinin gördüğü gibi gören biri ya da birileri ne kadar kıymetlidir. O sayede belki aklını, kendini koruyabilecek durumda kalır ve o da karşısındaki için aynı işlevi görür. Bundandır ki bugün ne gördüğümüzü, ne anladığımızı dillendirmeye her zamankinden fazla ihtiyaç var. Yalnız olmadığımızı, dayanışabileceğimiz kişiler olduğunu görmeye, aklımıza ve birbirimize mukayyet olmaya ihtiyacımız var.
Gezi Hareketi'nin tabiatında katılımcılarını bu duruma düşmekten koruyacak bir dayanışma özelliği vardı. Karşısına aldığı iktidara ne denli şiddetli saldırıyor olursa olsun onunla bağını koparmamıştı. Milyonlarca insanın yer aldığı kitlesel gösterilerde hiçbir şiddet olayının olmaması elbette mümkün değil ve bunların bir kısmının (15 Haziran günü Taksim’de olanlar gibi) bizzat emniyet güçlerince sahnelendiği de iddia edilebilir. Ama temelde Gezi eylemcilerinin büyük bölümü karşısındaki insanların sağduyusuna, vicdanına, aklına seslenmeyi temel düstur olarak benimsemişti. Polisin olağanüstü sert tutumuna karşın gaz yemeye, tazyikli suya ya da cop darbelerine katlanmalarının sebebi, kendilerini sadece pek de bir işe yaramayan limon, sirke, deniz gözlüğü ve ağız maskeleriyle savunarak şiddetin önüne atmaları karşısındakilerin bir yerde duracağını varsaymalarındandı. Bu bana Cizvitlerin rahip okullarında kullandığı eğitim yöntemlerinden birisini hatırlatıyor. Cizvitler yanlış bir şey yaptığı için cezalandıracakları öğrencinin sopayla öğretmeninin eline vurmasını isterlerdi. Bunun doğrudan öğrencinin kendisine fiziksel ceza vermekten çok daha etkili olduğunu fark etmişlerdi. Ama bizim durumumuzda kendisine bir şey anlatılmak istenenlerin hiçbir içsel rahatsızlık duymadan karşısındakilere vurmaya devam ettiği ortaya çıktı. Karşısındakinin içine hitap eden, onun vicdanında kendine bir müttefik arayan tutum karşılığını bulamadı. Bunun sonucunu şimdi görüyoruz: Giderek artan bir gerilim yaratan ve şiddete uygun zemin hazırlayan rahatsız edici bir toplumsal bölünme.
Peki, bunlar nasıl olabildi? Nasıl bir zihinsel örgütlenme, nasıl bir haleti ruhiye topluma egemen oldu? Karşısındakileri anlayabilme, karşısındakinden kendine bir şey alabilme becerisindeki bu yoksunluk, gerçeğin bu apaçık yadsınmaları nasıl açıklanabilir?
Bu sorular insanlar nasıl düşünür, nasıl hisseder, düşünme ve düşünce arasında nasıl bir ilişki vardır gibi soruları da beraberinde getiriyor. Ben de bu sorulara kendi bilgim ve görgümce cevap aramaya çalışıyorum.
İnsan ruhsallığı başlangıçta rüşeym haldeyken içgüdüler, dürtüler, bilinçdışı fanteziler ve bazı temel duygulardan ibarettir. Bakım veren(ler)in yardımıyla benlik giderek gelişir ve insan davranışlarında başkalarıyla ilişkiler, toplumsal uyum önem kazanmaya başlar. Erişkin ruhsallığına kıyasla küçük çocuğun duygu ve davranışları “delice” yanlar içerir. Örneğin sandalyeye çarptığında onu dövebilir, kendisine ait olup olmadığına aldırmaksızın bir malı alabilir, rüya ile gerçeği karıştırabilir vb. Hoşgörü ve uygun bakımla bunlar yavaşça toplumsal uyuma doğru evrilir. Küçük çocukta normal karşılanan davranış ve duygular da zamanla yaptırımlara varan karşılıklar bulmaya başlar.
Bir başka deyişle erişkin birisi tarafından sahiplenildiğinde delice olan şeyler çocuk ruhsallığında yaşına bağlı olarak olağan karşılanır. Erişkinde çocukluktan kalan ruhsallık öğeleri tümden kaybolmaz, bununla birlikte uygun miktarda ve uygun bağlamda ifade edilmeleri beklenir. Benlik çeşitli savunma mekanizmalarıyla toplumsal uyuma aykırı düşen dürtüleri, arzuları, anıları, duyumları bilinçli olmaktan çıkarır ya da bilince ulaşmaktan korur. Böylece rahatsız edici içeriğe sahip, erişkin bilinci için kabul edilemeyecek öğeler etkilerini ve varlıklarını değil ama doğrudan gözlenebilir olma niteliklerini yitirirler. Basit bir biçimde söylenirse insanın ruhsal-zihinsel işlevselliğinin kabaca bu iki konum arasındaki gidiş gelişlerle seyrettiği öne sürülebilir. Herkesin içinde bir miktar delilik, uykuda yatan bir deli vardır, ama bunlar gündelik işlevselliğini etkilemeyecek boyutta kaldığı sürece kişinin genel ruhsal sağlığı hakkında bir tartışmayı davet etmez. Ruhsal bilimlerin terminolojisinde “psikotik” sözcüğü bu delice çekirdeğin işlevselliğin bütününe hâkim olduğunu anlatır. Kişiler içsel ya da dışsal nedenlerle olağan durumun bozulduğu, sarsıldığı durumlarda çocukluktaki hatta bebeklikteki ruhsal ve zihinsel yapıları andıran işlevsellik durumlarına gerileyebilirler.
“Psikotik” sözcüğünü burada klinik anlamıyla değil de bir işlevsellik kipi olarak kullanıyorum. Böyle ele alındığında psikotik yapının (Bion’a göre) dört asli özelliği vardır:
- Yıkıcı içgüdüler öylesine ağırlıklıdırlar ki sevme içgüdüsünü bütünüyle kaplarlar ve sadizme dönüştürürler.
- İçsel ve dışsal gerçekliğe karşı nefret duyulur ve bu durum gerçekliğin fark edilmesine duyulan nefrete varır.
- Sanki çok yakında bekleyen bir yok olma tehlikesi varmış gibi bir korku duyulur.
- Nesne (insan) ilişkilerinde erken ve hızlı bir biçimlenme bu ilişkilerin iyi gelişmemiş, cılız ama dirençli olmasına yol açar.
Bion bu tanıma psikotik durumda benliğin gerçeklikten tümüyle çekilmediği yolundaki kanısını da ilave eder. Ona göre psikotik kişinin gerçeklikle ilişkisi vardır ancak gerçekliği veya gerçekliğin farkında oluşu tahrip etmeye yönelik tümgüçlü bir fantezi tarafından gölgelenir. Bu onu yaşamla ölüm arasında bir konumda tutar.
Türkiye’de olan bitene baktığımda bu psikotik düşünme ve davranma biçiminin iktidarın söylediklerini ve yaptıklarını anlamada bir rolü olabileceğini düşünüyorum. Bunun çeşitli yönleriyle anlaşılmasına ihtiyaç var. Diğer yazılarımda da söylediğim gibi bilimsel disiplinlerin, sanatın ve mizah gibi gündelik hayata dair kavrama biçimlerinin bu anlama çabasında yeri olabilir. Ruhbilimin olan bitenin tamamını açıklamaya uygun olmadığını düşünsem de özellikle sosyal ve politik psikolojinin bu süreci anlamaya katkısının olabileceğini kabul ediyorum.
Buradan iktidarın eylem ve söylemlerinde önemli bir yer tuttuğunu düşündüğüm için önemli bulduğum intikam duygusu hakkında düşünmeye geçmek istiyorum. Mizah ustalarına konu olacak biçimde bir türlü bitmeyen bir mağduriyet ifadesi ve bu mağduriyetten kaynaklandığı görüntüsü verilen bir intikam havasının varlığı beni bu konuda düşünmeye sevk etti. O nedenle kendisi bir yazıya dönüşen bu girizgâhın ardından bir sonraki yazıda kronik intikamcılığı, hem sahibini, hem muhatabını tüketen bu zorlu duyguyu ele alacağım.