Sarayların günlük maliyetinin 10 milyon lira olduğunu…
Yazlık saraylar için 40 bin ağaç kesildiğini, doğa katliamıyla eş zamanlı devasa ödenekler, ek bütçeler harcandığını…
Siyasi kariyerleriyle eş zamanlı olarak bakan ve millet vekillerinin irili ufaklı holding sahipleri olduğunu…
Her türlü imtiyaz, her türlü öncelik ve üstünlüğe sadece bir kesimin sahip olduğuna dair yüzlerce örneğin varlığını…
Binlerce dolara tek bir çanta aldıkları konuşulanlar hakkında, yıllar sonra ekonomik krize girildiği günlerde "aslında çakmaydı" haberleri yaptırıldığını…
Memlekette "para eden" her bir tepenin, her bir ağaçlık alanın, her bir tarihin, her bir doğal kıymetin bir saniye bile düşünmeden yok edildiğini…
Hiçbir vasfı olmayan ne kadar eş dost akraba evlat varsa devasa servetlere ve pozisyonlara ulaştığını…
Devletin her katmanında, her pozisyonunda yaşanan güç ve kazanç yozlaşmasını…
Okuyor, biliyor ve konuşuyoruz.
Oysa devleti "baba" figürüyle özdeşleştirip vatandaşını babası karşısında her zaman söz dinleyen ve "babam dediyse vardır bir doğrusu" noktasından bir adım öte sorgulama istemeyen bir devlet kültürüyle yönetiliyoruz.
Bize çizilen bu "baba" illüstrasyonu sert ama iyi, otoriter ama evlatlarına sahip çıkan, gülümsemeyen ama güven veren Hulusi Kentmen'den hallice bir tiplemeyken…
O figürle yaşadığımız, gördüğümüz ve inanmaya zorlandığımız arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyor.
Bize çizilen "baba" masalı keşke gerçek olsaydı.
Çünkü bu masal gerçek olsaydı…
Dünyayı kasıp kavuran, yakaladığını perişan eden bir virüs salgınında vatandaşını evlat sayan bir devlet olarak o devlet; tüm ödenek, harcama ve lüks tüketimleri kesip kaynaklarını çoktan vatandaşını güvence altına almaya ayırırdı.
Yazının başında sıraladığımız dev miktarlarda ödenek örnekleri vatandaşın bu virüsle savaşında harcanıyor olmalıydı.
"Elin bakanı" bisikletle meclise giderken salgın dolayısıyla aç kalmasın diye vatandaşının kapısına gıda, banka hesabına para bırakmanın yollarına bakıyor. Hesaba geçecek para miktarını bir dolar dahi olsa arttırmayı siyasi başarı sayıyor ve propagandasına katıyor.
Bizde ise bir yerden bir yere konvoylarca makam arabasıyla giderken bile sözüm ona "evlat" statüsündeki vatandaş mağdur ediliyor.
Bu bir doğal afet, bu bir salgın.
Her şeyden önce "evlat" gelmesi gerekirken sarayda günde 30 bin test yapıldığı iddialarını okuyor ve test yaptırmak için hasta halimizle bazen günlerce sıra beklemek, birilerini bu testi yapmaya ikna etmek zorunda kalıyoruz. Oysa bizim "baş düşmanımız" olan o "yaban elllerin iktidarları" herkesin evinde uygulayabileceği hızlı testleri ücretsiz dağıtmanın yollarını arıyor.
Baş düşmanımız olan o devletler vatandaşına "ben senin babanım" da demiyor üstelik. Bir de dese neler yapacak kim bilir!
Sonuçta; bugün hastaneye yatmanız gerektiğinde dahi yatamıyorsunuz. Durumunuz ağırsa bile bir başka ağır sizin yerinizi alabiliyor. Evet bu bir salgın ve tüm dünyayı aynı şekilde etkiliyor. Ama neden bir erkin veya erke yakınlığıyla bilinen kişilerin ağır hastasının yoğun bakımdan çıkarılmak zorunda kaldığını duymuyoruz?
Sadece meraktan soruyorum…
Veya neden bu insanların teste ulaşması hepimizin ulaşmasından daha kolay.
Neden onlar kendilerini daha büyük zırhlarla korurken bizler her türlü tehlikeyle burun buruna kalıyoruz.
Ben cevaplıyayım, çünkü sistem onların ellerindeki gücü kendileri için kullanabilmelerine olanak sağlıyor.
Peki ama hani "baba"ydı bunlar?
Babalar önce evlatları için yaşamaz mı?
Seçim şansı sunulsa hangi baba kendi canınını evladınınkinden önceye koyar ki?
Neyse…
Resim hep netti de hadi diyelim bir kısım vatandaş iyi niyetle bakmayı tercih etti tabloya.
Bir şekilde bu "baba" masalı tatlı geldi vatandaşa.
Ama artık babamızla sorunumuzu çözme vakti geldi, değil mi?
Her yetişkin gibi aile büyükleri ile ilişkimizi de doğru konumlandırsak, hayrımıza olacak sanki!
Babalar ve evlatları ilişkisini devlet algısından ayırarak başlayalım işe.
"Devlet vatandaşa hizmet için vardır, babaların böyle bir hizmet görevi yoktur" dan başlayalım… Ve her şeyden önce vatandaş için var olan, önce vatandaşı refaha ve feraha ulaştırmayı hedefleyen bir sistem istemeye ve bu istek için de mücadele etmekten başka bir yolumuz olmadığı konusunda uzlaşmaya varalım artık lütfen.
Siyaset vatandaş için vardır.
Kim vatandaşı daha iyi tutarsa, daha iyi yaşatırsa o iktidarını sürdürebilir.
Aksi söz konusu bile değildir, olmamalıdır.
Vatandaşın mağdur olduğu ve her geçen gün de mağduriyetlerinin arttığı bir ülkede yönetim sorunu vardır. Ve bu sorun "devlet babanızdır" veya "dış mihraklar bizim düşmanımız" gibi saçmalıklarla örtülemez.
Lütfen artık uyanalım;
Bunlar sadece kendi yaşamları, kendi güvenceleri ve kendi boğazlarıyla ilgililer.
Her birimiz açıkça, gizlemeye ihtiyaç duyulmadan, sıfır düzeyinde değer taşıyoruz. Ne deprem, ne salgın, ne de başımıza gelecek herhangi bir mağduriyette bizim güvencelerimizi yerine getirecek, vatandaşlık haklarımızı çiğnemeyecek, bizi asgari seviyede dahi olsa yaşamda tutacak düzenlemeler için didinecek bir sistem yok bu ülkede.
Sorunumuz kişiler, partiler düzeyini aşalı çok oldu sevgili okur. Sorunumuz bir sistem sorunudur ve bu sistem de eninde sonunda sadece bizi öldürür!