Hepimiz dün gibi hatırlıyoruz dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'e yazar kasa atılması olayını.
O gün için siyasi gündemimize bomba gibi düşen, benzerine az rastladığımız bir eylemdi.
Ecevit Ankara'daki eski Başbakanlık binasının merdivenlerinden inerken az ilerisinde kendisine doğru fırlatılmış ve paramparça olmuştu yazar kasa.
Ecevit kalabalık heyetiyle merdivenlerden inmekteydi, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan da yanındaydı ve şaşkın bir ifadeyle çok kısa bir duraksamadan sonra yoluna devam etmiş hızla arabasına binip uzaklaşmıştı.
"Kara Çarşamba"nın, yani 10. Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer'in Bülent Ecevit'te Anayasa kitapçığını fırlatması olayının ardından iplik söküğü gibi gelmişti her şey.
Günlerce konuştuk, tartıştık.
O günlerde bir olay uzun uzun konuşulurdu.
Şimdiki gibi "ana akım"da, belli başlı ekranlarda yasaklanamıyordu ekonominin kötü olduğunu, işlerin yolunda gitmediğini dillendirmek.
Şimdiki gibi saniyelerle yenemezdi koca koca gündemler.
Birçok gelişme daha yaşandı o günlerde, benzin döküp kendini yakanlar, çırıl çıplak soyunarak eylem yapanlar…
Şimdilerde de yaşanıyor benzer olayla, ama belli başlı mecralardan başka yerde haber olamıyor bu tip eylemler.
Özellikle "açlık" ve "fakirlik" üzerine vurgu yapacak her konu oralarda yasak, hele bu yüzden ölen külliyen!
Zehir içip intihar eden ailenin arkasından yürütülen kara propagandayı hatırlasanıza.
"Fakirlik gerekçesiyle" intihar edenlerin haberleştirilmediğini de hepimiz biliyoruz, açıktan yaşanıyor yaşanan...
İşte...
Ülke siyasetini yeniden şekillendirdi o kasa olayı.
Hatta bugünü yaratan taşlardan biriydi.
Kimisi "bilinçli bir eylem", yani "önü açılmış, izin verilmiş niyetli bir organizasyon" dedi, kimi "artık vatandaş bıkmıştı" dedi.
Sonuçta halk Ecevit iktidarından şikâyetçiydi...
Ve ABD Doları 1,40 olmuştu.
Yolsuzluklar almış başını gitmişti.
Ve dolar borcu olan olmayan tüm esnaf isyandaydı.
Alım gücü düşmüştü vatandaşın.
O krizin sembollerinden biri de işte yazar kasayı atan Ahmet Çakmak isimli vatandaş olmuştu.
Yıllar içinde çok kez kendine mikrofon uzatıldı.
Her mikrofon uzatıldığında değişken politik beyanlarda bulundu ama hep kasa atma eyleminin arkasında durdu.
Kişinin tutarsızlığından bağımsız olarak ülke gündeminde çok belirleyici bir rol oynadı o eylem.
Aradan yıllar geçti. 2020 yılında 1 ABD Doları 8 lira olduğunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a Malatya'da seslendi bu defa başka bir esnaf, "Evimize ekmek götüremiyoruz" dedi.
Cesur bir çıkıştı bugün için.
Çünkü benzeri çıkışlar, eylemler misliyle cezalandırılmıştı yakın geçmişte.
Kameralar önünde gerçekleşen bu serzenişe Cumhurbaşkanı'nın "Bana abartı geldi bu beyan" demesi ve esnafa "tadımlık" bir paket çay fırlatmasıyla donduk kaldık.
Birçok temsiliyeti içinde barındırıyordu o anın tepkisi.
Çözümsüzlük ve cevapsızlık en belirgin olanıydı.
Ve işin acısı kriz çok büyüktü ve daha da büyüyeceği aşikârdı.
Daha sonra esnafın kimliği de ortaya çıktı,
Mesut İnce Malatya Servisçiler Odası başkanıydı.
Çok kısa bir süre içinde özür diletildi Mesut İnce'ye. Eline yazılıp tutuşturulduğu her hâlinden belli kısa bir metni okudu, "
Beyanım çarpıtıldı" dedi. "
Biz Cumhurbaşkanımızla şakalaştık, Reisimizin yanındayız" dedi, dedirtildi.
Bir kere daha donup kaldık.
Çünkü bir insan eve ekmek götüremiyordu ve bunu söylediği için özür dilemek durumunda kalmıştı.
Ve biz vatandaşlar, vatandaşın oyuyla seçilmiş bir devlet adamına ekonomiden şikâyet etme şansını bile yitirmiştik.
Ardından sırasıyla "devlet büyüklerimiz" açıklamalar yaptılar.
Cumhurbaşkanı ilk sıradaydı; "Evine ekmek götüremeyen biri olduğuna gerçekten inanıyor musunuz" diye soruyordu.
"
Büyüme oranına bakıyorsun, dünyanın en iyisiyiz, asgari ücretiyle, maaşıyla çok çok ülkeleri geride bırakmışız. Ama bunlar hesap kitap bilmiyorlar" diyordu devamında.
Ardından Ekonomi Bakanı çıktı "Çok güzel adımlar attık, meyvelerini yakında toplayacağız" diyordu.
Ekonomi matematik işiydi.
Doğrusu yanlışı, olacağı olmayacağı sayılarla belli olan bir parametreydi.
Sözle çarpıtılamayacak, telkinle düzelmeyen, duaya karşılık vermeyen, kapitalizmin en belirgin gerçekliğiydi.
Yalan söylemek, oyalamak, hem de kimi?
Eve ekmek götüremedikten sonra kameralara karşı, birileri "Eve ekmek götürüyorum" dese ne olur, demese ne olur Allah aşkınıza.
O adamı izleyen binlerce aynı durumdan muzdarip insan varken üstelik.
Sonuçta dolar 8 liraydı.
Manav alışverişi neredeyse mücevher alışverişi gibi olmuştu.
Ama vatandaşa "Açız" demek yasaklanmıştı.
Ecevit çok tartışıldı, bana göre de hayati hataları olan, affı olmayan kararlarda da imzası olan bir liderdi.
Belki birçoklarından daha büyük bir hayal kırıklığıydı, çünkü "sol" temsiliyetti, çünkü "ak güvercin"di çünkü şiirdi ortaya koyduğu iddia ama öyle olmamıştı…
Çok şikâyetçiydik, hâlâ baktığımızda vahim hatalar gözle görünür vaziyette, fakat bugünden o güne bakınca da kaybettiğimiz yaşamsal ihtiyaçlar da acıklı bir seviyede.
O gün her ne olursa olsun ters giden şeyin hesabı seçilenlerden sorulurdu.
O gün sorsanız özgürlüklerimizin kısırlığını anlatırdık ama bugüne oranla muazzam özgürlüklerimiz varmış meğer.
O eylemleri yapan zatlar, geçimsizlikten yakınanlar "terörist' veya "vatan haini' ilan edilmemişti mesela. Gözaltına alınıp sorgulanmışlar, bireysel eylem veya akıl sağlığı gerekçesiyle bırakılmışlar kısa sürede.
Kameralar önüne çıkartılıp özür diletilmemişti hiçbirine...
Özür dilemek istemeyen de tutuklanmamıştı...
Aç ve açıkta bırakılmamıştı...
Sürüm sürüm süründürülmemişti...
En önemlisi de, bugün vatandaş yönetim biçiminden şikâyetçiyken, ekonomi dipteyken mahcubiyet ve sorumluluk hisseden tek bir iktidar üyesi bulmak imkânsızdı.
Velhasıl Türkiye; bir kez daha yolun başını yolun sonunda anladığı ve bunu ifade etmenin tehlikeli hâle getirildiği bir serüvenin içinde.
Yazık...