Cumhuriyet davasının üçüncü duruşmasının üzerinden üç gün geçti. Bu üç günlük arayı kendime dinginleşme süresi olarak tanımıştım, çünkü takdir edersiniz ki insan bazen öfke nöbeti geçirmenin eşiğine geliyor.
Neden mi, buyrunuz kalemim yettiğince anlatmaya çalışayım..
Sadece, memleketimizde geçirdiğimiz son iki haftaya şöyle bir bakalım, yani ilk aklımıza gelenleri şöyle bir sıralayalım:
Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk vefat etmişti hatırlarsınız.
Ve kadıncağızın naaşı linç edilmişti!
Henüz bu utanç verici acı olayı sindirmeye çalışırken zanlılardan birinin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yla fotoğrafı çıkmıştı. Üstelik karakolda çekilmiş bir fotoğraf!
Başka memlekette ne ifade eder bilemem ama buralarda neleri çağrıştırdığını hepimiz çok iyi biliriz!
Açıklamaları biliyorsunuz ‘sade vatandaş’ sanılmıştı zanlı.
Daha geçen gün Silivri’de bir duruşma izlemeye gitmiştim. Eski bir bakan da başka bir duruşmayı izlemeye gelmiş. Aynı koridorun karşılıklı yönlerinden ilerliyoruz. Beni ne tanırlar, ne de bilirler. Karşımdan gelen eski bakan ve korumalarından oluşan dev grup için tamamen ‘sade bir vatandaşım’ anlayacağınız.
Özetle; ezildim!
Öyle dar bir alan da değildi üstelik.
Ne bakana yaklaşmaya çalışıyordum, ne fotoğraf çektirmeye.. Aksine olabildiğince uzaklarında olmaya özen gösteriyordum.
‘Durun eziliyoruz, biraz sakin’ dedikçe bir iki dirsek de yedim açıkçası.
Yani ‘sıradan vatandaş’ın bakanın ne eskisine, ne yenisine yaklaşmasının kolay iş olmadığını hatırlamış oldum!
Neyse…
Derken bir sabah ‘Sedat Peker’in kardeşleri’ meselesine uyandık..
Özetleyelim; Sedat Peker’in ‘kardeşleri’ bir adamın ağzını yüzünü kırmış, resmen işkence etmiş ‘reisimize laf söyleyenin geleceği hâl budur’ diye de ilan etmişler âleme. Bu ilanı havada bırakmak racona ters gelmiş olsa gerek, Twitter'dan ‘reis’ de yeniden paylaşarak bu görüntüleri sahiplenmişti. Daha önce de ‘ortalığı kan gölüne çecireceğini’ beyan eden Peker’le alakalı hukuki bir süreç başlatılmadı.
Normalde kıyamet kopması gerekir ama işte bizde biraz tartışma, yarı gündem olup hoopp konu ortadan kayboluyor. Sonra konunun muhataplarından Sedat Peker’i üst düzey devlet adamlarıyla tokalaşırken görmeyi de sindirmek gerekiyor!
Ve günler aynı bu verdiğim örneklerdeki gibi ‘olağan’ bir şekilde ilerlerken bir pazartesi günü Çağlayan Adliyesi'nde meslektaşlarımız ve arkadaşlarımızın yargılandığı duruşmayı izlemeye gidiyoruz.
Gece yarılarına kadar da duruşma salonundan ayrılmıyoruz.
Benzer davaları uzundur takip edenler katılacaktır bana; bizler o duruşmalardan çıkacak sonuç için oturmayız o salonlarda son ana kadar. Biz orada mesleğimize sahip çıkmak, arkadaşlarımızın yanında durduğumuzu göstermek için bulunuruz. Yoksa çok iyi biliriz siyasi davaların nasıl yürüdüğünü.
Kendi adıma duruşmalara tarafsız bir gözlemci olarak katılmadığımı da açık yüreklilikle ifade etmek isterim. Aksine kendimi taraf görmekteyim. O salonlarda yargılananların da sadece şahıslar değil mesleğim de olduğunu düşünmekteyim.
O yüzden aman sakın bu davaya karşı naif bir duygusallıkta olduğum filan düşünülmesin. Aksine fazlasıyla realist ve fazlasıyla farkındayım…
Ülkede bu duruşmanın tarihine çok yakın sürede yaşanmış iki olaydan, iki farklı suçtan söz ettim size.
Şimdi tüm bu gerçekliklerin içinde, bu deneyimler, bu tanıklıklarla oturduğunuz mahkeme salonunda yükselen ‘gazetecilerin tutukluluğunun devamına’ kararı sözü size ne hissettirir, söyleyin bana.
Lütfen açık sözlü olun!
Ben size söyleyeyim, en iyi ihtimalle öfke nöbetine girmeniz gerekir!
Haksızlığa uğramak/uğratılmak insan evladının başına en sık gelen kötülüktür. Siz haksızlığa uğrarken büyük bir kalabalık da buna göz yummaktadır. Bu da insanoğlunun nesillerdir taşıdığı bir başka utancıdır!
En fenası ne biliyor musunuz, kabullenemeyeceğiniz suçlar işlenirken ‘sırtlar sıvazlanmaktadır...’
Gazeteciler ise hep mahkûmdur!
Sadece doğruyu söylediği, haber yaptığı veya düşüncesini dile getirdiği için gazeteciler hapishanelere tıkılmıştır!
Açıkçası; hayatımız boyunca hiç sırtımız sıvazlanmadı, hiç sevecenlikle ‘sade vatandaş’ muamelesi görmedik, muhalefet ettiğimiz noktada tek bir harfimiz dahi görmezden gelinmedi, hiç siyasi erk tarafından var edilmeye çalışılmadık.
Biz kim miyiz?
Bugün cezaevinde olan, dün cezaevinde olan, bedel ödetilmesine rağmen doğrudan vazgeçmeyen, haber için canını ortaya koyan, tertemiz gazetecilerden söz ediyorum.
Tanıdığım, tanımadığım tüm gazeteci dostlarımdan söz ediyorum.
Evet belki öfke nöbeti geçirmemekte zorlanıyoruz ama hiç yüzümüz kızarmıyor!
Evet belki öfke nöbeti geçirmemekte zorlanıyoruz ama gece rahat uyuyoruz!
Evet öfke nöbeti geçirmemek için kendimizi kontrol altında tutmamız gerekiyor belki ama utanacak tek bir eylemimiz yok!
Başımıza ne geldiyse doğruya ve gerçeğe olan tutkumuzdan gelmiş!
Mesele, Ahmet'lerin, Murat'ların, İnan'ların, Deniz'lerin sıradağlar gibi bir adaletsizlik karşısında bırakılmasından ibaret değil, mesele aynı zamanda hakkımızın yenmesidir de!
Ve mesele mesleğimizin yok edilmesidir!
En iyisi sözü bir özetle toparlayayım; haklıyız ve bir gün mutlaka kazanacağız!