Farkında mısınız bilmem ama artık okuduklarımız, yazdıklarımız, unvanlarımız, insanlığımızı yükseltmek için verdiğimiz tüm çaba da tıpkı diğer kazanılmış değerlerimiz gibi hızla yitip gidiyor.
Üzerine analizler, yorumlar yaptığımız, çözüm önerileri sunduğumuz, şiddetli itirazlar dillendirdiğimiz, eylem koyduğumuz olaylar yerini dümdüz bela okumaya bırakıyor.
Veya ağız dolusu küfür.
Gözler dolu, burunlar sızlıyor.
Muazzam bir haksızlığa daha uğramışlık hissi…
Boğaza oturmuş bir lokma gibi, nefes alışı zorlaştırıyor.
Büyük bir öfke…
Çok büyük…
İktidara…
İktidar yalakalarına…
Muhalefete…
Sessiz kalan vatandaşa…
Herkese ama herkese öfkelisin.
Bu sonuçta herkesin irili ufaklı sorumluluğu olduğunu düşünüyorsun.
Kendini ifade edebildiğin ilk anda 'susan, sessiz kalan toplum'u boğacak gibi büyük bir öfke kusuveriyorsun ortaya…
Oysa birilerini suçlamak sadece öğrenilmiş çaresizliğinin bir dışavurumu…
Zaten kısa sürede yakalar seni iç hesapların…
Benim işim yazarlık, enstrümanım düşüncelerim; ben ne yapabilirim ki? Diyebilirsin mesela…
Yazıyorum, itiraz ediyorum, belki özgürlüğümü tehlikeye atarak yapıyorum bunu, daha fazla ne yapabilirim ki?
Sokak mı?
Çare sokak mı?
Çıkalım mı?
Yok ya, nereye çıkıyoruz?
Hem herkes gelsin anca öyle, tek başıma ne yapabilirim ki?
Hadi sokağa desem 'halkı sokaklara' çağırdı demezler mi -bkz. Memet Ali Alabora'nın başına gelenler-
Çok mu farklı olur sonumuz?
Hem demiyorlar mı 'iktidarın ekmeğine yağ sürmeyin, sokak onların seçimi garantilemesini sağlar' diye..
Ya doğruysa?
Peki ya yanlışsa?
Derin bir suçluluk hissiyle baş başasındır aslında…
Sadece insan olman bile yeter suçluluk hissiyle kıvranmana, gerisine gerek dahi yoktur.
Bakınız…
Osman Kavala'nın minicik bir ihtimal dahilinde dahi, bırakınız suçlu olmayı, dosyada hakkında şüpheye açık bir detaycık bile olmadığını adım kadar iyi biliyorum.
Can Atalay'ın…
Mücella Yapıcı'nın…
Ciğdem Mater'in…
Hakan Altınay'ın…
Mine Özerden'in…
Tayfun Kahraman'ın…
Yiğit Ali Ekmekçi'nin…
Tamamen el yordamıyla, gözle görünürler, sivri bulunanlar arasından seçildiklerini…
Hasbelkader sen-ben değil de onların dosyaya koyulduğunu, hem ilk andan itibaren biliyorum, hem dosyaları evir çevir okuyarak görüyorum.
Yani sen-ben de olabilirdik onlar yerinde, evet ve sonuç asla değişmezdi...
Ve biz de olsaydık o duruşma salonundan apar topar tutuklananlar, daha biz cezaevi araçlarındayken 'yüksek yargı' üyeleri Recep Tayyip Erdoğan'ın iftarında karınlarını doyuruyor olacaktı.
O altın varaklardan, iç bulandıran yaldızlara boğulmuş saraylardan halka "Bu ülkede yargı yoktur" mesajı verilirdi.
Özetleyelim; bu ülkede yargı, adalet, demokrasi yoktur. Bu ülkede sadece bir 'rejim lideri' ve o lidere hizmet eden, o lideri memnun etmeye çalışan köleleri vardır.
Tertemiz, pırıl pırıl ve hayatta her eylemleriyle sadece memlekete fayda sağlayabilecek değerli zihinler ağırlaştırılmış müebbete, 18'er yıllara çarptırılırken onlar doymak bilmeyen hırslarını beslemeye devam ederler…
Vicdansızlık…
Ahlaksızlık…
Utanmazlık, olan bitene artık adına her ne derseniz deyin, diyelim.
Ama şunu bilin -bilelim- O gün, o salonda, o insanlar tutuklandıktan sonra artık hepiniz-hepimiz- her yerde tutuklanabiliriz.
Daha önce de öyleydi diyenlere, hep daha kötüye, hep daha beklenmeze, hep daha vicdansızlaşmaya doğru evrilerek büyüdü adaletsizliğin boyutları.
Ve gelinen noktada tavrı 'entellektüelce' ortaya koymak…
Yazı yazmak, konuşma yapmak…
Twit atmak…
Sosyal medyadan tepki vermek yetersiz kaldı.
Peki ne yapmak lazım?
Bence her şeyden önce kendi cesaret limitlerimiz üzerinden birbirimize öfke kusmayı sonlandıralım.
Ve tepkisizlik dışında ortaya nasıl bir eylem koyabiliyorsak onu koyalım yeter aslında!
Yeter ki sessizce izlemeyelim olan biteni.
Sonuçta öyle veya böyle herkes bireysel tepkisini hızla ortaya koysa, biri muhakkak yeşerecektir, biri muhakkak büyüyecektir!
Ve evet başınıza bir 'sıkıntı' gelirse yapayalnızsınız.
Kimse size sahip çıkmaz.
Görüyorsunuz işte, örnekler ortada.
Ama buna rağmen susma aşamasını da çoktan geçtik.
Bir tarihsel klişe daha gözlerimizin önünde hayata geçmek üzere işte; susma sustukça sıra sana geldi!