"Kamu hizmetlerinde meccanilik esastır!" Eskiden, hukuk fakültelerinde okutulan idare hukuku derslerinde böyle bir cümle kurulurdu. Hocalar, "meccanilik de ne ola ki" diye bakınan genç gözler karşısında "bu, bedelsizlik ilkesidir" diye ekler ve "Devlet, yurttaşlara sunduğu hizmetlerde, ilke gereği bir para almaz" diye açıklama getirirlerdi. Hatta "Devlet, bir şirket değildir; bu nedenle de kamu hizmeti kâr-zarar denklemlerine göre kavranmaz." diyerek de bir kamu hukuku dersinde olduğumuzu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin de bir sosyal devlet olduğunu hatırlatırlardı.
İdare hukuku derslerinde böyle tümceler hâlâ kuruluyor mu bilmiyorum. O zamanlar da meccanilik ilkesinin tam bir karşılıksızlık/bedelsizlik anlamına gelmediğini biliyorduk. Ne var ki norm ile yaşam arasındaki açı öylesine büyüdü ki böylesi tümceler kuruluyorsa bile uzun uzadıya ek açıklamalar yapmak gerekiyordur. Eski reflekslerden ve kâğıt üzerindeki durumdan hareketle lafa böyle giren bir hoca, büyük olasılıkla tümcesinin devamında koca bir "ama…" yapıştırıyor ve anlattıkça anlatmak zorunda kalıyordur. Çünkü yaşadığımız gerçeklik, "kamu hizmetinde para ödemenin kural, parasızlığın ise istisna, hatta neredeyse imkânsız" olduğunu gösteriyor.
Kamu hizmetinin kapitalist dönüşümü
Her kamu hizmetinden mutlaka bir para almak, siyasal arenanın politik ekonominin savlarıyla donatıldığı soğuk savaş yıllarında, özellikle de ‘60'lı ve ‘70'li yılların Avrupa'sı ve Türkiye'sinde, ezbere bir durum değildir. Kuşkusuz her hizmet mutlak parasız sunulmazdı fakat böyle durumlarda bile apolojist bir tutum kaçınılmazdı. Kamu hizmetinin devletin müdahilliğinden çıkması ve yüksek fiyatlandırmaya tabi olması, örgütlü kitlesel tepkilere konu olacağı için, pek çok ülkede iktidarlar bu yola girmeye cesaret edemezdi; etseler de engellenebilirdi.
Bu konudaki değişim, ilkin 1980'li yılların neoliberal atmosferinde gerçekleşti.
Bizde bu sürecin kapısı 12 Eylül'de aralandı. Darbe, kamucu muhalefeti ezmiş; kapitalizmin yeni liberal açılımının önündeki potansiyel engelleri bir bir kaldırmıştı. Aralanan kapıyı tamamen açma girişimi ise Turgut Özal'a düşmüştü.
Bu girişimlerin her alanda bazı karşılıkları vardır. Hukuk alemindeki sembolik karşılığı ise 1984 yılında köprü geçişlerinden alınan bedelin kamusal bağlamından tamamen koparılıp "fiyat" gibi bir piyasa kavramıyla tanımlanması olabilir. Anayasa Mahkemesi bu girişimi, piyasacı bir dil de kullanarak Anayasa'ya uygun gördü. Mahkemenin verdiği vize, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasını, hizmet alıcıların "müşteri"leşmesini hızlandırdı. Devlet, kamu hizmetini görme ödevini, yurttaşlardan bedel de almak suretiyle şirketlere bırakmaya başladı. 1990'lı yıllarda norm şu hâli aldı:
"Kamu hizmeti özel sektör tarafından sunulur. Özel sektör, bu hizmetlerden ücret alır. Devlet, bu ilişkiyi gerekirse düzenler ve denetler."
Kamu hizmetlerinin özelleştirmesi anlamına gelen bu politika, yabancı sermayeye de açıldı. Dahası, cazibeyi arttırmak için bu alandaki sözleşmeler (imtiyaz sözleşmeleri) kamusal olmaktan çıkarılıp özel hukuk sözleşmesi kılındı, uyuşmazlıkların da klasik mahkemelerden başka mercilerce (tahkim) çözülmesi usulü benimsendi. Hatta daha da ileri gidildi ve bu, 1999'da bir Anayasa hükmü hâline getirildi.
Böylelikle "kamusallık", hizmetin biçimsel olarak adında kaldı ama hizmeti sunanlar açısından veya hizmetin karşılıklarında buharlaştı. Zaten o nedenledir ki "kamu yönetimi" kavramını kullanmak tuhaf kaçmaya başladı ve "kamu işletimi" (public manegement) veya "kamu yönetişimi" (public governance) gibi kavramlar tedavüle girdi.
Bu işletim veya yönetişimde devletten beklenen şey, gerçekte, sosyal adaleti sağlamak için pozitif edimlerde bulunması ve ekonomik süreçlere müdahil olması vs. değil, bireyler ile şirketler arasındaki ilişkilere karışmaması ve fakat sadece gerektiğinde jandarmalık yapması oldu.
Bu söylemler, 1999'daki Anayasa değişikliğinin gösterdiği doğrultuya koşuttu. Zaten metalaşma, devam eden yıllarda hız kesmeden ilerledi. 2000'li yıllarda, neoliberal yönetim, devletin bu jandarmalıktan ibaret etkinlik alanını dahi metalaştırmak istedi. Sadece kamu hizmetinin görülmesinin değil, denetim (yani kolluk) işlerinin de özel sektöre gördürülmesi esasına geçildi.
Anayasa Mahkemesi bu girişimlerde de sorun görmedi. (1, 2, 3) Mahkemenin bu bağlamda çizdiği sınır, kolluk işinin özel sektöre "ucu açık biçimde" ve topyekûn bırakılmayacağından ibaret kaldı. Mahkeme, Anayasa'nın lafzının imkânları doğrultusunda daha fazlasını yap(a)madı. Fakat bu yıllar, zaten muhalefetin de böylesi bir beklentiden tamamen vazgeçmeye başladığı yıllardı.
Aşındırılan sınırlar
İktidar, kamu hizmetlerini neoliberal doğrultuda özelleştirirken parlamento içi muhalefetin baskın tavrı, buna ilkesel bir şekilde karşı çıkmak olmadı. O dönem parlamentoda muhalefetin karşı çıktığı şey, bu özelleştirmenin münhasıran belli gruplar lehine olmasıydı. Yoksa bu siyasada anayasal açıdan ilkesel bir sorun görmüyorlardı.
Durum böyle olunca sermaye ve onun sözcüsü iktidar, bu sınırı sürekli olarak zorladı ve aşındırdı. Öyle ki mesela kendisinden büyük kârlar beklenen enerji sektörüyle ilgili bir kanunda, özel sektör kuruluşu taşeronların denetiminin de özel sektör tarafından yapılması; hatta yurttaşlardan, bir de bu denetim için ayrıca bedel alınması öngörüldü. Bu, 12 Eylül Anayasası'nın (md. 128) bile açıkça izin veremediği bir şeydi. Neyse ki Anayasa Mahkemesi bu kadar ileriye gidilmesine izin vermedi. Fakat Mahkemenin karşı oy yazan üyelerine bakılırsa piyasalaşma, pekâlâ bu düzeyde bile mümkün olabilirdi. Yani bu mantığa göre kolluk işleri için dahi bedel almak mubahtı.
Bu karar ve karşı oy, bir başka sembolizmle yüklüydü. Böylelikle anayasal yönden tartışmanın odağının, "kamu hizmetinin fiyatlandırılması mümkün mü?" tartışmasından "kolluk hizmeti için dahi bir bedel ödenmesine göz kırpan" bir noktaya kaymış olduğu görülmüş oldu.
"Ahbap çavuş kapitalizmi"
Taşeronlar için jandarmadan ibaret devlet, piyasa müdahilliğinden özel sektör lehine vazgeçerken yurttaşların tepesinden ayrılmadı. Kamusal hizmetler kendisine bırakılan taşeronların, yurttaşlardan yüksek bedeller almasında bir sorun görülmedi. Buna karşın devlet, yurttaşlardan aldığı vergileri azaltmadı. Dahası, devlet bu alanı özel sektöre devrederken kamu tüzel kişisi olmasından kaynaklanan ayrıcalıkları da devretti. Bu durum, kamu hukukunun klasik denklemlerini alt üst etti.
Bu denklem, ağır aksak da olsa; yurttaşın vergi vermesi, devletin de bedelsiz kamu hizmeti sunması esasına dayanıyordu. Yani yurttaş kamu hizmeti alıyor, kendisinden hukukça üstün ama hizmeti de bedelsiz veren kamu kurumları ile muhatap oluyordu. Yeni denklemde ise yurttaşlar bir yandan devlete vergi verip diğer yandan "kamu" hizmeti için yüksek bedeller ödeyip, bir de bunlar yetmezmiş gibi taşeron şirketlerin hukuksal üstünlüğüne tabi hâle geldi. Buna iş ve sosyal güvenlik hukukundan kaynaklanan kamusal güvencelerin, taşeronlaştırılmış sektörlerde gevşetilmesi de eklenince emekçilerin ezilişi katmerlendi. Kazanan ise hep sermaye oldu.
AK Parti Türkiye'sinde, sermaye içinde bir kesim diğerlerinden de fazla kazandı. Çünkü bu neoliberal politikanın Türkiye'deki tezahürü, serbest pazarın temel kuralı olan "yarışmacılık" ilkesini göz ardı ederek uygulandı.
Bu, AK Parti'nin iktidara gelir gelmez değiştirmeye başladığı Kamu İhale Kanunu temelinde gerçekleşti. Bu kanunun "kayırmacılığa" izin verir şekilde revize edilmesi, özellikle inşaat sektöründe tezahür eden büyük projeler kanalıyla yeni bir zengin grubu üretti.
Dolandırmadan söylersek neoliberalizm Türkiye'de "kayırmacılık" sosuna bulandı ve "bal tutan parmağını yalar" mantığıyla uygulandı. Böylelikle bir şirketin genel anlamda ekonomik başarısı, hükûmet çevreleriyle yakın ilişkisine "gereğinden çok" bağlı hâle geldi.
Ana muhalefet çevreleri bu düzene "ahbap çavuş kapitalizmi" adını vermiş bulunuyor. Bu düzenin tepesine de "beşli çete" diye tanımladıkları şirketleri koyuyor, söylemlerini bu temelde sürdürüyor ve kamulaştırma (devletleştirmeyi kastediyorlar) vadediyorlar. Bu vaadin içeriği ve sınırları ise henüz netleştirilmiş değil.
Bu kavram ve odak uygunsuz değil. Bu, daha iyi bir kapitalizm mümkünmüş veya neoliberalizmin Türkiye gerçekliğinde daha farklı bir tezahürü olabilirmiş gibi bir algıyı tedavüle sokuyor olmasına rağmen böyle. Kavram, çok sayıda tartışmayı barındırsa da karşı karşıya olduğumuz sorunun doğru anlaşılması açısından uygun. Fakat kavramın uygun olması, bu kavramı kullananların hepsinin birden doğru yerde durduğu anlamına gelmiyor. Şöyle ki "ahbap çavuş kapitalizmi"ne karşı çıkmak, pekâlâ "kurumlaşmış bir kapitalizm" özleyen bir liberal, "ahlaklı bir kapitalizm" arayan bir muhafazakâr ve hatta "güler yüzlü kapitalizm" isteyen bir hayalperest için de pekâlâ mümkün. Zaten bu düzene karşı çıkıyor görünen farklı öznelerin yapay birlikteliği de bu mümkünlükten ileri geliyor.
Kapitalizmle barışık ve aslında bir bakıma "ellere var da bize yok mu" mantığına dayanan bu yapay birliktelik, pekâlâ bir iktidar değişikliğinden sonra da varlık gösterebilir. Zira bu birlikteliğin ekonomik karşıtlığı sistematik değil, yöntemsel. Gelgelelim "başka bir dünya mümkün" diyen bir antikapitalistin bu ekonomik düzene karşı çıkış biçimi diğerlerinden sistematikliğinden ötürü farklıdır. Bu nedenle böylesi bir ittifakın içinde yer alma olasılıkları ya yoktur ya da taktikseldir.
Parlamento içi solda CHP'nin de HDP'nin (en azından sol kanatlarının) de böylesi bir taktiksel hazırlığı var görünmüyor. Dahası bu çevreler, hükûmetin ortaya attığı yeni anayasa tartışmalarına da kamucu vurgulardan vareste biçimde, salt hükûmet sistemi bağlamında girmiş bulunuyor. Oysa yukarıda yazılanlar, neoliberalizmin pekâlâ anayasal da bir tezahürü olduğunu gösteriyor. Fakat bu çevrelerin anayasal savlarına baktığımızda ekonomi politik bağlamda tam bir sessizliğin hâkim olduğu görünüyor. Bu da onların "kültürel sol"un anlam dünyasının ötesine geçmek istemediklerini gösteriyor.