Devlet nedir? Bu soruya çok sayıda yanıt verilebilir. Ama “kıssadan hisse” kabilinden verilen yanıtlar her zaman için daha tatmin edicidir. Rivayete göre Makedonya Krallığı’nın efsanevi lideri Büyük İskender ile esir aldığı bir korsan arasında sıra dışı bir diyalog geçer. İskender korsana, “Sen ne cüretle denizleri kötüye kullanıyorsun?” diye sorar. Korsanın yanıtı ilginçtir: Asıl sen ne cesaretle bütün dünyaya korku salabiliyorsun? Ben sırf küçük bir gemiyle bunu yaptığım için hırsız sayılıyorum, oysa sen aynı şeyi koca bir donanmayla yapıyorsun diye İmparator olarak anılıyorsun!”
Korsanın verdiği yanıtı günümüze de uyarlayabiliriz. Mahalleliyi haraca kesen, diğer mahalleyle gidilecek kavgaya adam toplayan bir “çete” ile vergi salan ve askere alan “devlet” arasındaki fark nedir? Acaba fark suçun büyüklüğünde midir? Ulrike Meinhof’a göre evet: “Bir araba yakarsanız, bu cezalandırılması gereken bir eylemdir. Yüz araba ateşe verilirse, bu siyasi bir eylemdir.” Yani bu mantığa kalırsa “çaldın mı büyük çalacak, çırptın mı çok çırpacaksın” düsturu geçerlidir.
Bu, üzerine sayfalarca yazılacak denli uzun bir konu. Zaten bu nedenledir ki örneğin hukuk fakültelerinde “genel devlet teorisi” diye ayrı bir ders var. O kadarına girmek abes olur; kestirme yanıtı aktaralım.
Meşruluk
Kestirme yanıt, “meşruluk” kavramından geçiyor. Meşruluk, siyasal iktidar bağlamında, en kısa tabirle, “zor kullanma tekelinin kabul görmesi” anlamına geliyor. Bu meşruluğu üreten kaynaklar farklı farklı olabilir. Örneğin hükümdarın tanrıdan geldiği konusunda yaygın bir kanı varsa bu tanrısaldır. Frenkler “droit divin” derler, bizde de “Zillullah-ı fi’l-alem” denirdi. “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” anlamına gelir. Halife ve hükümdarlar, uzun yıllar meşruluklarını böyle kurdular. Bazen karizma, bazen de gelenekler (örn. belli bir hanedandan gelme ve bu nedenle kılıç hakkına sahip olma) bu meşruluğun kaynağı olabilir.
Ama bir “cumhuriyet” söz konusuysa durum başkadır. Cumhuriyetlerde devlet, kamunun ortak malıdır. İktidar da meşruluğunu halka dayanmaktan alır. Buna demokratik meşruluk denir. Demokratik cumhuriyetlerde halk kendi kendini yönetir. Devletin giderleri için toplanacak vergi miktarına da savaş-barış kararına da halk bizzat karar verir. Antik zamanlarda bu işi yapmak için meclisler toplanır, doğrudan karar alınırdı. Halk meclislerinde yurttaşlar, mallarını ve canlarını nasıl kullanacağını bir arada tartışır ve birlikte karar verirdi.
Bu mantık, modern zamanlarda, aşırı yoğun nüfuslardan dolayı temsil kanalıyla yapılmaya başlandı. Yurttaşlar, bu kararları almak için, belli aralıklarla vekiller seçtiler. Paraların ve canların nasıl toplanacağı ve nasıl harcanacağı da, bunların nasıl “harcanacağı” kararı da bu vekiller kanalıyla alınmaya başladı.
Bu, o kadar önemli bir konuydu ki Amerikan Devrimi, İngiliz Parlamentosuna karşı “temsil yoksa vergi de yok” sloganıyla başladı. “Canımız ve malımız hakkında söz, yetki, karar hakkı kendi ellerimizdedir” diyenler yeni bir cumhuriyet kurdular.
Cumhuriyetlerde halkın kendine uygulanacak her kuralı (eskilerde doğrudan, yenilerde temsilcileri kanalıyla) kendisi alması gerekliliği, devletin her türlü işlemin kaynağını Mecliste bulmasını zorunlu hâle getirdi. Bu kaynaklar da “kanun” diye nitelendirildi.
Bu durum, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında biraz daha değişti. Karmaşık ve zor sorunlara yanıt vermek için sürekli Meclise başvurmak yerine; Meclisin, yürütme erkine peşinen bazı yetkiler vermesi ve gerektiğinde kurallar koyup kararlar alması esası benimsenmeye başlandı. Bunun bizdeki karşılığı “kanun hükmünde kararname” rejimi oldu.
Ama bu rejimde bile sınırsız bir keyfîlik alanına izin verilmedi.
Anayasa’ya göre “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” Fakat yasamanın sahip olduğu yetkiyi tamamen devretmemekle birlikte yürütmeyi belli konularda yetkilendirmesi mümkündü. Bunun keyfî ve tam bir devir olmaması için de verdiği yetkinin “amaç”, “kapsam”, “ilke” “süre” ve “miktar”ını baştan belirlemesi gerekirdi.
Kanun hükmünde kararname rejimi, 2017 yılında yerini Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine bıraktı. Fakat bu mantık, kamu hukukunun pek çok dehlizinde hâlâ uygulanabilir durumdadır.
Geçmişte TBMM’nin, KHK çıkarılması için koyduğu “yetki kanunları” için geçerli olan bu kriterler, bugün “meclis kararı” niteliğinde olan tezkerelere da uyarlanabilir. Hatta uyarlanmalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanı TBMM’dir
Buraya kadar yazdıklarımı “laf salatası” olsun diye kaleme almadım. Amacım, bir cumhuriyette, meclisin neden merkezi olduğunun mantığını özetle de olsa ortaya koymaktı. Ayrıca cumhuriyetin bir “çete”den neden farklı olduğunu anlatmaya çalıştım:
Çete haraç keser, cumhuriyet ise kanun koyar. Çete, kavgaya hesapsızca adam toplayıp keyfîlikle girer; cumhuriyet ise savaşa, halka hesap vereceği bilinciyle ve sınırları belirli yetkilerle girer. Anayasal rejimin özü keyfîliği sınırlamaktan, dolayısıyla hesap vermeden geçer. Çete sorumsuzdur, devlet sorumlu. Bu, cumhuriyeti içselleştirememiş yönetimlere ters gelir.
Zaten bu nedenledir ki 1876’da Osmanlı Parlamentosu toplandığında mebuslar, Mecliste, Rus Harbi’ndeki hatalara en sert eleştirileri ileri sürmüşler ve II. Abdülhamit, biraz da bu sert eleştiriler karşısında şoka girerek Meclis’i kapatmıştır.
Aynı nedenledir ki İstiklâl Harbi devam ederken Büyük Millet Meclisinde her bir adıma ilişkin sert tartışmalar yaşanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Birinci Mecliste, yeri geldiğinde sert eleştirilerle muhatap olmuş, Başkomutanlık Kanunu çıkarılıncaya kadar kılı kırk yarmıştır.
Yine bu nedenledir ki Anayasa’nın 117’nci maddesine göre Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığı (yaygın kanının aksine Cumhurbaşkanında değil) Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndedir. Cumhurbaşkanı icap ettiğinde bu başkomutanlığı temsil eder fakat yetki TBMM’nindir.
TBMM, bu erki kullanmak için Cumhurbaşkanına bazı yetkiler tanıyabilir. Fakat sahip olduğu yetkiyi tam olarak devredemez. Bu bakımdan, halkın malını ve evlatlarının canını elinde bulunduran Türk Silahlı Kuvvetleri keyfî biçimde kullanılamaz. Yetki kullanılmasındaki sınırların; “amaç”, “kapsam”, “ilke”, “süre” ve “miktar”ın baştan belirlenmesi, Cumhurbaşkanının, icabında, Başkomutan Türkiye Büyük Millet Meclisine hesap vermesi gerekir.
7 Ekim 2020 tezkeresi
2 Ekim 2014’te Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınır ötesi operasyonlarda bulunması ve gerektiğince yabancı askerlerin Türkiye’ bulunması konusunda bir tezkere kabul edildi. Bu tezkerenin hükümleri en son 2019’da uzatılmıştı. Geçtiğimiz ay bu süre, 30 Ekim 2022 tarihine kadar bir yıllığına daha uzatıldı. (Lübnan için de iki yıllık ayrı bir tezkere çıkarıldı.)
Burada söz konusu tezkerenin gerekli olup olmadığına girmeyeceğim. O ayrı bir konu. Fakat ona gelmeden önce, bu tezkerenin yukarıda yazdıklarım açısından sınanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü politik gündem değişir ama ilkeler ve hukuk baki kalır.
Ne demiştik? “Amaç”, “kapsam”, “ilke”, “süre”, “miktar”.
Tezkere’de acaba bu öğeler var mı?
Amaç unsuru
Kabul edilen metinde, tezkerenin amaçları öyle sıralanmış:
- Türkiye’nin millî güvenliğine yönelik ayrılıkçı hareketler, terör tehdidi ve her türlü güvenlik riskine karşı uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli her türlü kararı almak,
- Irak ve Suriye’deki tüm terör örgütlerinden, ülkemizde bundan sonra da yönelebilecek saldırıları bertaraf etmek,
- Kitlesel göç gibi diğer muhtemel risklere karşı millî güvenliğin idame ettirilmesini sağlamak,
- Türkiye'nin güney kara sınırlarına mücavir bölgelerde yaşanan ve hiçbir meşruiyeti olmayan tek taraflı bölücü girişimler ve bunlarla ilgili olabilecek gelişmeler istikametinde Türkiye'nin menfaatlerini etkili bir şekilde korumak ve kollamak,
- Gelişmelerin seyrine göre ileride telafisi güç bir durumla karşılaşmamak için süratli ve dinamik bir politika izlenmesine yardımcı olmak.
Anayasa Mahkemesine göre bu türden yetkilendirmelerde amaçlar, “geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli; değişik şekillerde yorumlanmaya elverişli olmamalıdır.” Anılan amaçların bunu karşılayıp karşılamadığı tartışmalı. Bu beş amaç daha spesifik ifadelerle kaleme alınabilirdi. Örneğin “güvenlik riskine karşı gerekli her türlü kararı almak” ifadesinin sınırı nerede biter? Tamamen muamma.
“Kapsam”, “ilke”, “süre” ve “miktar” unsurları
Tezkere bu unsurlardan “süre” ögesini bir yıl ile sınırlamış bulunuyor. Bu makul. Gelgelelim bu süreç içinde Cumhurbaşkanının değişmesi durumunda bu yetkilendirmenin hâlâ geçerli sayılıp sayılmayacağı tartışmaya açık.
İlke unsuru açısından metinde açık bir ifade yok. Kötü niyetli davranmayalım ve metinde geçen “hudut” kavramının “ilke” olduğunu varsayalım. Ama sorun burada bitmiyor. Bu ilkeler nasıl somutlaştırılacaktır? Aynısı, kapsam, zamanlama anlamında süre ve miktar unsurları açısından da geçerlidir.
Metinde, söz konusu unsurların hepsine birden güya yer verilmiştir. Ama bakın nasıl:
“Hudut, şümul, miktar ve zamanı Cumhurbaşkanınca takdir ve tayin olunacak”
Yani Meclis bir yetki vermiş ama bu konudaki takdiri oldukça geniş, hatta adeta sahip olduğu yetkileri topyekûn devredecek şekilde Cumhurbaşkanı’na bırakmış bulunuyor. Bu ise yukarıda bahsettiğim üzere Anayasa’ya açıkça aykırı. Dahası, Türkiye’de tezkeredeki yetkilerin kullanılması durumunda TBMM’ye hesap verme ölçütleri konusunda da mevzuatta eksikler var. Dolayısıyla bu durum, keyfîliği katmerli hâle getiriyor.
Bir an için bu konuların stratejik olduğu ve ayrıntıların gizli kalması gerektiği düşünülebilir. Bu, bir yere kadar anlaşılabilir. Fakat ulusal güvenliğin de haklı çıkarabileceklerinin bir sınırı vardır. Ulusal güvenlik, bu kadar genişliği, belirsizliği ve keyfiliği asla haklı çıkarmaz. Nitekim ABD ve Avrupa Ülkelerinde bu türden tezkerelerde bu unsurların en azından esaslı noktalarının açıklığa kavuşturulması gerektiği kabul edilir. Bu ülkeler, bunu benimsemekle ulusal güvenliklerine Türkiye’den daha az önem veriyor değildir. İlle de bir ulusal güvenlik sorunu arıyorsak, belki de tek kişiye bu denli geniş yetkiler vermenin yaratacağı sonuçları düşünebiliriz.
Sonuç
Sonuç olarak tezkere, Anayasa’ya biçimsel nedenlerle aykırıdır. Türkiye’deki güçlü yürütme rejiminin kendine özgü sorunları yetmezmiş gibi, tezkere kanalıyla keyfî bir iktidar alanı daha oluşturulmuştur. Meclis, bir kez daha işlevsizleştirilmiştir.
Böylesi geniş yetki devirleri, bünyesinde, Türkiye’nin “Cumhuriyet” olma özelliğini kuşkulu kılar ve iktidarın meşruluğunu tartışmaya açar.
Bu keyfiliğin ve riskin bedeli, sadece Anayasa’nın yok sayılması veya vergilerin israf edilip mal kayıpları değil, aynı zamanda Mehmetçiğin kanıdır. Ve geçen hafta, değerli bir milletvekili hocamızın dediği gibi “Mehmetçiğin yaşam hakkı, tek kişi yönetiminin bekasından önce gelmelidir.”