31 Ağustos 2021

Demokrat Parti ve AK Parti arasındaki benzerlikler

Demokrat Parti (DP) dönemindeki her sorun başlığı, AK Parti yönetimi altında biçim değiştirerek ama özü aynı kalarak tekrar ediyor.

Türkiye, 1950’li yılların tekrarını yaşıyor gibi… Tamam, “tarih tekerrürdür”, doğrudur ama bu kadarı biraz fazla sanıyorum. Benzerlik o kadar yüksek ki sanki birileri bile bile, isteye isteye tarihi tekerrür ettiriyor.

Demokrat Parti (DP) dönemindeki her sorun başlığı, AK Parti yönetimi altında biçim değiştirerek ama özü aynı kalarak tekrar ediyor. Bu konuda kitap dolusu yazmak mümkün. Ben hemen aklıma gelen bir düzine benzerliği aktaracağım.

(1) Sessiz devrim terminolojisi

DP, 1950 yılında iktidara gelince bir kısım basının bu dönüşümü tanımlama biçimi “beyaz devrim” veya “kan dökmeden devrim” biçimindeydi. Bu çevreler DP’nin özgürlükçülüğünden dem vuruyor ve iktidar değişimini olumlu anlamlar yüklüyordu. Buna soldan da destek gelmişti. O zamanın Tan Gazetesi çevresi, DP’ye destek verdi. Öyle ki Mehmet Ali Aybar gibi öncü bazı isimler bile DP desteğiyle milletvekili adayı oldu.

AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiğinde ve sonraki süreçlerde bu türden bir sıfatla tanımlanmış olması ilginçtir. Sosyalist Birikim Dergisi çevresinde ileri sürülen “Anadolu devrimi”, “sessiz inkılap” söylemleri ve sonradan “yetmez ama evet” hareketinde cisimleşen soldan destek, iki süreç arasındaki enteresan benzerliklerdendir.

(2) Dinci gericileşme

DP’nin karakteristiği dincileşmeydi. Bu dincileşme sadece DP eliyle değil, bu alanda onunla yarışmaya girişen CHP’nin de dolaylı desteği veya ön alma girişimleriyle gerçekleşiyordu. Ezanın tekrar Arapça yapılması, dini yayınların başlaması, Kuran kurslarının açılması, din derslerinin önce müfredata alınıp sonra zorunlu hâle getirilmesi, ilahiyat fakültesinin açılması, iktidar eliyle mevlitler okutma hep bu dönemde gerçekleşti. Daha çarpıcısı ise DP yönetimi hem tekke ve zaviyelere ilişkin esnemelere gitti hem de hilafet tartışmasını canlandırdı. “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyen Adnan Menderes’in hükûmeti, Osmanlı Hanedanı mensuplarının ülkeye yeniden gelmesine ön ayak da olmuştu.

AK Parti döneminde bütün başlıklarda durum benzerdi. Osmanlı Hanedanı’na hiç olmadığı kadar meşruluk kazandırılması bir yandan, hilafet tartışmaları diğer yandan geldi. Bir yandan Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar imam hatip lisesi açılırken, diğer yandan  zorunlu din derslerine yeni “zorunlu seçimlik” dersler eklendi. Devlet bürokrasinde kişilerin imam olması liyakatin yerine geçen bir atama ve yükselme kriteri olurken, devlet tarikatlar ve cemaatlere teslim edildi. Üstelik alkol yasakları, Ayasofya’nın ibadete açılması, Taksim ve Çamlıca camileri gibi sembolik adımlar laik Cumhuriyete meydan okuma düzeyine ulaştı.  

(3) Mistifize edilen lider

DP yönetimi altındaki 1950’li yıllarda bu dinsel söylem yoğunluğuna koşut ilginç gelişmelerden biri de Menderes’in mistik bir figüre dönüşmesiydi. Onun bir tür halife işlevi gördüğüne ilişkin zımni açıklamalar, özellikle 1959’daki uçak kazasından canlı çıkmasıyla birlikte ruhani adlandırmalarla açıkça dile getirilmeye başlanmıştı. Örneğin Konya Milletvekili Himmet Ölçmen’in şu sözleri düzeyin özetiydi: “Bu milletin başında Peygamber’in , Allah’ın tayin ettiği bir lider var, bu da Menderes’tir.” Sonraki yıllarda dozajı giderek artan bu söylemler, 1960’ta Menderes’in ölmesinden sonra bile ruhunun Anadolu köylerinde dolaştığı tevatürleriyle varlığını korudu. Bilen bilir…

AK Parti döneminde de bu türden açıklamalar eksik değildir. AK Parti Aydın Milletvekili İsmail Hakkı Eser’in Erdoğan için “adeta ikinci peygamber gibidir”, AK Parti Ordu Milletvekili Şenel Yediyıldız’ın “Sayın Cumhurbaşkanımızın sünneti”, AK Parti İstanbul Milletvekili Oktay Saral’ın “Erdoğan için her gün iki rekât şükür namazı kılınmalı”, AK Parti Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin’in “Erdoğan’a dokunmak bile ibadettir”, AK Parti Düzce Milletvekili Fevai Arslan’ın “Erdoğan Allah’ın tüm vasıflarını üstünde toplayan bir lider”, AK Parti Çorum Milletvekili Murat Yıldırım’ın “Erdoğan ümmetin lideri” ifadeleri, şirazenin ne düzeyde kaydığının kimi örneklerinden.

(4) Tasfiye edilen yargı

DP, yargıyı, hukuku yerine getiren bir erk olarak değil de halledilmesi gereken bir ayak bağı olarak görürdü. Bu sorunu aşmak için de yargıda tasfiyelere ve kadrolaşmaya gitmekten çekinmemişti. Öyle ki DP’liler çıkardıkları bir kanunla, hâkim ve savcılar arasında 25 yılı veya 60 yaşını dolduranları (ki bunlar Yargıtay ve Danıştay üyesiydi) sorgusuz sualsiz emekli etti. Boşalan kontenjanlarda kadrolaştı.

AK Parti dönemindeki “yargının paketleme” pratiğini daha önce yazmıştım. Tekrara düşmeyeceğim. Fakat burada, sadece OHAL dönemindeki 8 bine yakın hâkim-savcının tasfiyesinin AK Parti açısından DP kadrolarının hayal bir edemeyeceği türden bir “Allah’ın lütfu” olduğunu kaydetmek anlamlı görünüyor.

(5) Adaletsiz seçim sistemi

DP, tek partiye göre hazırlanmış bir anayasa ve seçim sistemiyle iktidara gelmişti. Dar bölge esasına dayanan bu sistem öylesine adaletsizdi ki aldığı oyun yarım katı fazla milletvekiline sahip olabiliyordu. Örneğin 1957’de iki parti arasında 700 binden az oy farkı bulunmasına, DP, oyların %47’sini, CHP %40’ını almasına rağmen Meclis’in %70’i DP’de, %30’u CHP’de oluyordu. DP, muhalefet partilerinden toplamda daha az oy almasına karşın yasama  çoğunluğunun sahibi olup  “azınlık iktidarı” hâline gelebilmişti. Fakat bu dahi DP’ye yetmemişti. İktidarın elden gideceği ufukta görünmeye başlayınca muhalefet partileri arasında iş birliğini olanaksız hâle getiren seçim kanunu değişikliği yapılmıştı.

AK Parti da bir “azınlık iktidarı” olarak yönetime gelmişti. 2002 seçimlerinde %34 oy alan AK Parti, CHP dışında hiçbir partinin yüzde on barajını geçememesinden yararlanarak Meclis’in %66’sına hâkim olmuştu. Barajın nimetlerinden yararlanan ve hiçbir zaman oyların yarısından fazlasını tek başına alamamasına rağmen iktidarını koruyan AK Parti de kamuoyu yoklamalarındaki desteği azaldıkça Seçim Kanunu’nda değişikliği gündemde tutarak koşut bir yaklaşım sergiliyor.

(6) İşlevsizleştirilen Meclis

DP sürekli olarak “millî irade” metaforuna başvuran bir partiydi. TBMM, Cumhuriyet’in erken döneminden itibaren siyasal rejimin merkezinde olsa da muhalefete karşı tahammülsüzlükten ötürü Meclis yetkileri by-pass edildi. Çoğu konu, Meclis’e taşınmıyordu. Örneğin Kore’ye asker gönderilmesi gibi tarihsel bir olayı dahi Meclis’e soran olmamıştı. Öte yandan Türkiye için dönüm noktası olan NATO üyeliği bile, Meclis’te doğru dürüst görüşme dahi yapılmadan alelacele gerçekleşmişti. ABD ile yapılan ve çok tartışmalı olan “İkili Anlaşma” meclise gelmeden imzalanmıştı. Böylelikle, Celal Bayar’ın ifade ettiği “Küçük Amerika olma” hayali, müzakeresiz, tartışmasız adeta bir devlet politikasına dönüştürüldü. Ayrıca muhalefet vekillerinin sözlerinin Meclis tutanaklarından çıkarılmasına veya yayım yasağına tabi olmasına kadar arayışların ürünü olan İç tüzük değişikliği gerçekleştirildi. Bunu eleştiren anayasa hukukçularına bile soruşturma açıldı. Meclis’teki en ufak eleştiriye hoşgörü göstermeyen DP, milletvekillerine cezalar keserek onları Meclis’ten uzaklaştırmaya başlamıştı. Bu, “kürsü masuniyetini” işlevsizleştirilmesi yoluyla gerçekleşmişti. Zira milletvekili dokunulmazlıkları da ifade özgürlüğü aleyhine kaldırıldı. Bu tedbirlerin hepsi ifade özgürlüğüyle ilgiliydi. Hafıza tazelemek için kaydetmek gerekir: Örneğin H. Cahit Yalçın TBMM’ye; İbrahim Us, Kamil Kırıkoğlu ve Osman Bölükbaşı başbakana; Sırrı Atalay ve Osman Ali Şiroğlu hükûmete hakaret ettiği gerekçesiyle dokunulmazlıklarından edilmişti.

AK Parti de “millî irade” metaforunu ağzından düşürmeyen bir parti. 2017 değişikliğiyle birlikte Meclis’i neredeyse boşa çıkaran bu tutum, 2016’da milletvekili dokunulmazlıklarını kaldırarak hem CHP hem de HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasına öncülük etti. Öte yandan TBMM İç Tüzüğü’nde yaptığı çok tartışmalı değişikliklerle parlamento içi muhalefetin etki ve yetkilerini kuşa çevirdi.

(7) Kriminalize edilen muhalefet

DP döneminde muhalif olmak adeta suçtu. DP, seçimleri adeta bir savaşa çevirmişti. Muhalefet partilerini “kin ve husumet cephesi” olarak tanıtıyor ve buna karşı herkesi “Vatan Cephesi” üyesi olmaya çağırıyordu. CHP “fesatçılık” peşinde koşan bir suç örgütü gibi lanse ediliyor, bu nedenle mallarına dahi el konuluyordu. Bu kutuplaşma toplumda çatışmalara da neden olmuştu. Örneğin İsmet İnönü, DP’lilerce pek çok yere alınmıyor ve çatışma çıkıyordu. Öyle ki Paşa, Uşak mitinginde adeta bir linçe maruz kalmış, hatta kalabalığın içinden atılan bir taşla yaralanmıştı.  Keza, sosyalist hareketin üzerindeki baskı da yoğundu. Köy Enstitüleri “iğrenç solcu düşüncelerin propaganda aracı” olduğu gerekçesiyle kapatılmıştı. O dönem legal siyaset yapmaya çalışan Hikmet Kıvılcımlı’nın periyodik  olarak tutuklanması, partisinin kapatılması vaka-i adiyeden sayılır hâle gelmişti.

AK Parti döneminde de muhalif olmak suç, hatta duruma göre “vatan hainliği” düzeyinde bir konum. Öyle ki legal bir birlik olan “Millet İttifakı” için kullanılan “Zillet İttifakı” söylemi DP dilinin bir uzantısı gibi. 1950’lerde CHP’nin mallarına el koyma girişiminin yerini şimdilerde “İş Bankası” tartışması aldı. İnönü’nün Uşak’taki linçinin benzeri, Çubuk’ta Kemal Kılıçdaroğlu’nun başına geldi. Sosyalistler açısından ise durum çok daha karanlık, çok daha vahşi…

(8) Baskılanan üniversite

DP hükûmeti açısından üniversite tam bir fitneci-bozguncu yuvasıydı. Bu nedenle, akademisyenleri hizaya çekmek için üniversiteyle çok uğraşmışlardı. “Üniversite özerkliği” iddialarıyla iktidara gelen Adnan Menderes’in “istersek bugün çanlarına ot tıkayabiliriz” diyerek gözdağı vermeye, “kara cüppeliler” diyerek yermeye çalıştığı hocalar, kızağa çekiliyor ve sürekli baskılanıyordu. Bu baskıdan en çok da eleştirel kamu hukukçuları payını almıştı. Bülent Nuri Esen, Tahsin Bekir Balta, Şevket Aziz Kansu hükûmeti eleştirdiği için emekli edilmiş; H. Nail Kubalı, TBMM İç Tüzüğü değişikliğini eleştirildiği için uzaklaştırma cezası almış ve Mülkiye Dekanı Turhan Feyzioğlu – hükûmeti eleştirdiği iddiasıyla- bakanlık emrine çekilmişti. Bu gelişmeler çok sayıda istifayı ve boykotu tetiklemişti. Fakat hükûmet bu boykot ve protestolara da baskıyla yanıt vermişti. Ayrıca öğrencilere karşı soruşturmalar açılıyor; olur da üniversite eğitimi için yurt dışına çıkacak öğrenciler içinden sol eğilimli olanlar varsa,  (güvenlik soruşturması uyarınca) gerekli izinler verilmiyordu.

AK Parti döneminde üniversite özerkliği hiç olmadığı kadar gerilemiştir. Dışarıdan keyfî biçimde atanan rektörlerin gözetiminde gerçekleşen yandaş kadrolaşma bir yanda, salt OHÂL döneminde meslekten çıkarılan 5 bine yakın akademisyen diğer yandadır.

(9) Şiddete uğrayan gösteriler

DP döneminde gösteri yapmak vatan hainliğiyle eş değerdeydi.  Bu yasaklar öyle bir düzeye ulaşmıştı ki sadece DP’ye karşıt gösteriler değil CHP’ye destek (örn. Zile’de İnönü’yü karşılama) mitingleri bile polis saldırısına tabi oluyordu. Çeşitli illerde yaşanan öğrenci protestolarına karşı şiddet, en sonunda ölümlere bile neden olmuştu.

AK Parti döneminde toplanma eylemi -İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da sabit olduğu üzere- sistematik olarak uygulanmamaktadır. Üstelik yeni dönemde bu toplanmalara müdahalelerde toz dumana katılmakta, şiddet daha öldürücü ve teknolojik hâle gelmektedir. İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz’in başına gelenler, Ali İsmail Korkmaz ve daha niceleri açısından trajik bir benzerlik taşır.

(10) Partizanlaştırılan basın

DP döneminde basın özgür değildi. Ankara Radyosu, Muammer Aksoy’un ifadesiyle “Partizan Radyo”ya dönmüştü. Menderes, bu yayın organının Hükûmet’in olduğunu, herkesin malı haline getirilemeyeceğini, çekinmeden iddia edebiliyordu. Radyolarda her gece DP lehine  “Vatan Cephesi” programları yapılıyordu. Ayrıca muhalif basın sürekli taciz altındaydı. Örneğin CHP’ye yakın Ulus gazetesi kapatılmış, Meclis’teki görüşmeleri yayımlayan gazetelerin toplatılması, İnönü’nün demeçlerinin yayımı dahi yasaklanmıştı. Toplum, ana akımdan gazetecilerin tutuklanmasına alıştırılmıştı. Bir gazeteci, yazdıklarından dolayı yargılanırken “ispat hakkı” sahibi değildi. Tersten, iktidar medyasının yazdıklarına karşı da muhalefetin “cevap hakkı” yoktu.

AK Parti döneminde basın özgür değil. Merkez medya tamamen çöktü. TRT’nin devlet televizyonuna dönüştürülmesinin yanı sıra muhalif basına dönük çifte standartlı uygulamalar özgür basını bitme noktasına getirdi. Türkiye’nin tutuklu gazeteciler ve sansür uygulamaları sıralamalarında ilk sıralarda olması bu durumun nesnel tezahürü.

(11) Pogrom girişimleri

Toplumsal ve siyasal alandaki gerilim öylesine yüksekti ki, etnik çatışmalar kolaylıkla şiddet hareketlerine hatta pogroma dönüşebiliyordu. Gayrimüslimlere dönük 6-7 Eylül olayları bunun tipik bir örneğiydi. Menderes yönetiminin bu olaylara karşı temel tepkisi, bunun bir komünist tezgâh olduğu yönündeydi. Bu refleks, Menderes’in ezberiydi. Öyle ki Menderes, sadece bu olayda değil, ülkedeki gericilik hareketlerinin arkasında bile komünistlerin olduğunu, bunu alet ederek harekete geçtiklerini birden çok defa ileri sürmüştü.

AK Parti dönemindeki etnik gerilimler daha tehlikeli. Kürt sorunun çetrefilli hâle gelmiş olması bu alanı patlamaya hazır bomba hâline getirdi. Öte yandan, geçtiğimiz haftalarda Altındağ’da sığınmacılara dönük gerçekleştirilen pogrom girişimi, 6-7 Eylül olaylarının ne denli güncel olabileceğini gösterdi. Fakat işin daha ilginç yanı; bu lümpen hareketi, koşa koşa CHP’ye ve Türkiye soluna yükleyen, zokayı yutmaya hazır ve aynı safdillikle malul kesimlerin var. Menderes’in her sorunu komünistlere yıkmasına benzer bir tutum, bugün bizzat muhalefet çevrelerine sirayet etmiş durumda.

(12) Piyasalaşma ve derinleşen ekonomik kriz

DP döneminde, halk, o zamanın koşullarına göre daha önce hiç olmadığı kadar kapitalist çarklara açılmıştı. Toprak reformunun gerçekleşmesine engel olan DP’nin liberal “istikrar politikası” Türk lirasına % 220 değer kaybettirdi. Kira taban fiyatlarına getirilen serbesti, kira bedellerinde aşırı artışa ve yoksullar için barınma sorununa neden oldu. Yabancı sermayeyi teşvik için KİT’lerin özel sermayeye devri, madenlerin özelleştirilmesi ve petrol kanunundaki değişiklikler sıcak para akışı uyarınca günü kurtarır gibi olsa da uzun vadede yıkım yarattı. Özellikle 1950’lerin ikinci yarısından sonra tarımsal üretimdeki hızlı gerileme, köylülerin yaşamında trajik sonuçlar doğurdu.[i] Bu sorunlara karşı tepki gösterenlere Hükûmet’in tepkisi,  grev yasakları ve sendikal yasaklar oldu.

AK Parti dönemindeki ekonomik yıkımı ise bugün hiçbir açıklamaya gerek kalmayacak denli derinden hissediyoruz. Türkiye’de süregelen gericileşmenin özünü oluşturan piyasalaşmanın emekçilerin üzerindeki yıkımı ortada. Üç paraya neredeyse tüm kamu değerlerinin özelleştirilmesini teker teker izledik. Türk Lirası’ının dolar karşısında 20 yıl içinde %639 gerilemesi, fiilen %30’a yaklaşan işsizlik oranı bile başka açıklamaya gerek bırakmıyor. Buna karşılık uygulanagelen sendikal yasaklar ve grev yasakları ise DP’nin reflekslerinin aynen canlı olduğunu gösteriyor.

Benzerlikler böyle peki ya fark?

Türkiye 1950’lerin tekrarını yaşıyor ama temel bazı farklarla. Bugün muhalefette, “demokratik rejimi istikametinden ayırıp baskı rejimi hâline getirmenin tehlikelerine” karşı uyarıda bulunan ve ne olursa olsun bir ölçüde partiler üstü  meşruluk temeli olan bir İsmet Paşa (İnönü) ne de her şeye rağmen laikliği  tamamen yok sayamayan, eski komitacı bir Galip Hoca (Bayar) var. Dolayısıyla Türkiye yüzüncü yıl virajına, daha tekinsiz bir gerilimle ve kontrolsüz biçimde giriyor. Bu meselenin olumsuz yönü.

Fakat bir de olumlu sayılabilecek bir yön var. 1960 arifesinde, DP’nin kaybedeceği neredeyse kesin olmasına rağmen Türkiye seçim kararını almıştı. Muhalefet partileri bir araya gelerek bir ortak deklarasyon yayımlayabilmişti. Fakat TSK’nin müdahalesi, muhalefetin iktidarı alma şansını ortadan kaldırmıştı. Bugün de önümüzde bir seçim var. Bu seçime engel olabilecek bir TSK neyse ki yok. Dolayısıyla muhalefetin her şeye rağmen seçim yoluyla iktidar değiştirme yani kısır döngüden çıkma şansı var.

Bu şans iyi değerlendirilmezse sonrası tufan…


[i] Özellikle genç okurlara, bu trajik sonuçları daha iyi anlamaları için Yaşar Kemal’in Bu Diyar Baştan Başa romanını ve Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanını öneriyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

TİKA’ya çağrı: Melikşah ve Nizâmülmülk’ün mezarlığına ilgi gösterin!

Biz, çağlar öncesinin figürlerinin heykellerini yıkmaya veya sanat/kültür eserlerini tahrip etmeye yönelen “iptalci “woke[3]” saçmalıklara varmadıkça, eleştirilere karşı değiliz. Fakat eleştirmek başka şey, kültürel varlıklara sahip çıkmak başka şey

Can Atalay kararındaki bitmeyen sorunlar ve “hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtların uyanık bekçiliği”

Atıf yapılan kararın “hükmün kesinleşmesine ilişkin onama kararı değil, yok hükmünde sayılması gereken 3 Ocak 2024 tarihli ‘AYM kararına uyulmasına yer olmadığı’na dair karar” olduğu söyleniyor. Bu, çok daha vahim bir görüntü. Zira AYM kararının muhatabı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ydi ki ille de bir karar eklenecekse bu, o karar olmalıydı

Anayasa Mahkemesi, kararının yok sayılmasını yok sayabilir mi?

AYM şöyle bir yorum yapabilir: Ortada şeklî anlamda bir mahkeme kararı "var" olsa da bu kararın hiçbir yasal dayanağı yoktur. Anayasa'ya (md. 6/3) göre: "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz." Söz konusu karar, ağır bir sakatlıkla malûldür, dolayısıyla yok hükmündedir