29 Mayıs 2020

Polisin yurttaşa yönelik şiddeti neden kaynaklanıyor?

Yaşanan olaylara "yüzde 100 polis haklı ya da yüzde 100 yurttaş haklı" diyerek bakmak yerine olayların irdelenmesi ve tedbirler geliştirilmesi gerekiyor

Koronavirüs pandemisi sürecindeki sokağa çıkma yasağı sırasında, yasağa uymayanlara yönelik polis müdahalelerinde yaşanan can sıkıcı görüntüler, son günlerde sosyal medyanın gündemine yerleşti.

Nerdeyse son bir aydır sıkça yaşanmaya başlanan bu olaylarda, polisin sorun çözücü ya da uyarıcı davranış yerine doğrudan sert ve can yakıcı müdahalelerde bulunması, beraberinde kamusal eleştiri ve tepkileri getirdi.

Adana’nın Seyhan ilçesinde Suriyeli mülteci Ali Hemdan’ın "dur" ihtarına uymasına rağmen polisin silahından çıkan kurşunla yaşamını yitirmesiyle başlayan süreçte özellikle son bir hafta içinde polisin aşırı şiddete varan müdahaleler yaptığı olaylar sıkça yaşandı. Bunların yanında elbette polisin yurttaşa olumlu yaklaştığı, sorun çözdüğü örnekler yok değil. Fakat olumsuz örneklerin çoğunlukta olması dikkat çekiyor.

Olaylarla ilgili görevden almalar yaşandı, adli soruşturmalar başlatıldı. Emniyet yönetimi, idari inceleme başlattı mı bilmiyoruz. Bu konuda herhangi bir açıklama yapılmadı.

İçişleri Bakanlığı her ne kadar yayımlanan sosyal medya paylaşımlarını "provokasyon" olarak nitelese de, ortaya çıkan durum emniyet teşkilatını yönetenlerin "üzerinde düşünmelerini gerektiren" bir şekil aldı. 

Değişen eğitim sistemi

Aslına bakılırsa; bu tabloyu pandemi sürecine bağlamak, işin kolayına kaçmak anlamına geliyor kanımca. Ayrıca, bu bakış açısı sorunun tam olarak teşhis edilmesinde eksiklik yaratır. Emniyet teşkilatının yaşadığı bu dönem, geceden sabaha veya sabahtan akşama kadar kısa zamanda oluşan bir durum değil maalesef.

Yakın geçmişten başlayan bir süreci özetle aktarmaya çalışayım:

Artık ezberlendiği üzere, 17-25 Aralık süreci öncesinde emniyet teşkilatına amir ve memur kaynağı sağlayan eğitim kurumları vardı. Amir sınıfında personel için, önce lise dengi Polis Koleji’ni bitiren öğrenciler, ardından lisans derecesi veren Polis Akademisi’ni bitirip komiser yardımcısı olarak teşkilata girip amir oluyordu. Ayrıca, kolej yerine herhangi bir liseyi bitiren adayların da akademi sınavını kazanmaları halinde üniversite dengi olan eğitimi alıp aynı şartlarla amir olarak göreve başlaması mümkündü.  

Teşkilatın memur kaynağı ise, lise mezunu adayların polis meslek okullarındaki iki yıl eğitimi sonrasında ön lisans derecesi sahibi olarak teşkilata alınmalarıyla sağlanıyordu.

Sonuçta; memurlar iki yıl, amirler ise dört yıllık eğitimde, emniyet teşkilatı personeli olabilmenin kodlarını almış, ast – üst ilişkilerini ve iletişiminin yanında üniforma aidiyetiyle birlikte meslek hiyerarşisini öğrenmiş biçimde iş başı yapıyordu.

Bu sistem ne yazık ki, tıpkı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde olduğu gibi emniyet teşkilatında da yuvalanması sağlanan Gülen cemaatinin yani FETÖ’nün meslek kodlarıyla oynamasıyla son buldu.

Gülen cemaatinin 17-25 Aralık 2013’ten itibaren devletten tasfiyesine başlanmasıyla birlikte FETÖ’nün kontrolüne girdiği anlaşılan Polis Koleji ve Polis Akademisi’nde eğitime son verildi.

Devlet, iki kurumda eğitime son vererek teşkilatı FETÖ etkisinden kurtardığı düşünse de, sonradan alınanlar arasında da kripto FETÖ’cüler çıktı ne yazık ki.

2015’ten itibaren getirilen yeni uygulamada artık polis amirleri ve memurları tamamen üniversite mezunları arasından doğrudan sınavla anılıyor.

(Bu arada aday öğrenci alımları sınavlarında uygulanan yöntem başlı başına bir yazı konusu olacak nitelikte.)

Sahaya yansıyan dezavantajlar

Aynı zamanda Halkbank yönetiminde yer alan akademi başkanı Yılmaz Çolak’ın yarattığı yeni eğitim modelinde, herhangi bir dört yıllık üniversite mezunu olarak girdiği özel sınavı kazana aday, Polis Amirleri Yetiştirme Merkezi’ndeki 9 aylık eğitim sonucunda komiser muavini olarak göreve başlıyor.

Yine aynı şekilde herhangi bir üniversiteden mezun aday ise, Polis Memurları Eğitim Merkezi’ndeki 9 aylık eğitim sonucunda memur olarak polisliğe adım atıyor.

Eski sistemde komiser yardımcısı olarak mezun olan en kalabalık devreler 750 kişiyken, yeni sistemde bu sayı ortalama 2 bin 500 oldu.

2015’ten buyana uygulanan bu yöntem zaman içinde teşkilatta tartışma yarattı.

Önceden 2-4 yıl arasında değişen eğitim süresinin ortalama dokuz aya indirilmesiyle beraber dört yıl bulunduğu sosyal ortamda üniversite eğitimi gören adayların özellikle üniformaya adaptasyonda ve kurumsal aidiyette sorun yaşamaları, yine sosyal çevre sahibi olarak aday eğitimine girenlerin mezuniyetle birlikte "Emniyet’te işe girdim" mantığıyla göreve başlamalarından sonra üniformalı meslekte yaşadıkları hayal kırıklıkları, eğitim açısından üniversite mezunu olarak birbirine sosyal denkliği olan adayların mezuniyet sonrasında amir / memur olarak aralarına mesleki sınıf farkının girmesiyle ast – üst ilişkilerini ayarlayamamaları ve hiyerarşik sistemde iletişim kuramamaları, kendi akademik eğitimlerine göre iş bulamayan üniversite mezunlarının son çare polis olmayı tercih etmeleri yeni eğitim modelinin eksileri olarak sahaya yansıdı.

Yanı sıra, akademide yakın zamanda eğitim veren öğretim üyesi profilin akademik kariyer ve hayata bakış açısından değişmesi, adaylara verilen eğitimin kalitesinin farklılaşmasına neden oldu.

Kısacası, emniyet teşkilatının eğitim düzeyi yükseltilirken, buna karşın teşkilata yeni katılan personelden sahada istenilen düzeyde verim alınamadığı anlaşıldı.

Gelinen bu noktada, özellikle emniyet müdürlerin çeşitli ortamlarda son dönemde mezun edilen personelde görülen eksiklikleri sıkça dile getirdiğini belirteyim. Son olarak geçen aralıkta Ankara’da yapılan ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun da katıldığı il emniyet müdürleri değerlendirme toplantısında bu durum bir kez daha gündeme getirildi.

Bu eleştiriler sonrasında Soylu’nun talimatıyla polis başmüfettişlerinden oluşan ekipler, ülke geneline yayılarak memurların meslek içindeki davranış tarzları ile görev verimliliğini mercek altına almaya başladı.

Personel sayısındaki artış

Hızlandırılmış yeni eğitim modeline geçişin en önemli gerekçesi FETÖ’nün emniyetteki yapılanması gerçeğidir.

Gerek 17-25 Aralık süreci, gerekse 15 Temmuz sonrasındaki FETÖ ihraçlarıyla emniyet teşkilatı dört yıllık süre içinde önemli derecede kan kaybetti kuşkusuz. FETÖ soruşturmalarıyla yaklaşık 40 bin personelini kaybeden teşkilat bunun karşılığında 70 bin dolayında yeni personeli suç ve suçluyla mücadele, kamu güvenliğinin sağlanması çerçevesinde sahaya sürdü.

Teşkilata alınan yüksek miktardaki personel sayısını yeni eğitim sisteminin yarattığı handikaplarla birleştirdiğimizde ortaya çıkan tablo bugün yaşananlar hakkında ipucu verecektir.

Pandemi sürecindeki aşırı görev yükü

Buraya kadar yazdıklarım bir süredir teşkilat içinde ciddi biçimde seslendirilen ve tartışılan durum.

Bu duruma martın ortasından başlayan pandemi sürecini eklemek lazım. Olağanüstü günlerin yaşandığı pandemi sürecinde bilhassa illerdeki polis kadrolarına aşırı iş yüklemesi yapıldı.

İçişleri Bakanlığı’nın yayımladığı hemen her genelgede polisin görev tanımına girmeyen görevlerin sıralanması ve görevlerin yerine getirilmesinin bizzat valilerce takip edilmesinin istenmesi, polisi önce devletle, sonra da yurttaşla karşı karşıya getirdi.

Kamu güvenliğinin sağlanması ve suç/suçluyla mücadelenin ikinci planda kaldığı bu görevlendirmelerde polis, yurttaşın ateşini ölçmekten evine sigara götürmeye, işyerlerinin denetiminden Covid -19 virüsü taşıyan hastaların güvenliğini sağlamaya kadar pek çok işle uğraştı.

Polisin devletin personeli olarak söz konusu görevlendirmeleri yerine getirmesi beklenmesi doğaldır. Ancak, karşı tarafta ise son yılların en zorlu sürecini yaşayan bir Türk insanı var. Pandemiyle birlikte bir de pandeminin yan etkisi olarak ekonomik sıkıntıyla karşı karşıya kalan halk, bunalmış durumda.

Ekonomik sıkıntılar arttığında polise mukavemet olaylarının artış gösterdiği geçmiş tecrübelerle sabit.

Pandemi döneminde; rahat yaşamaya alışmış bir halkın, bir virüs nedeniyle zorlu sağlık kurallara uyması gerekiyor. Gerektiğinde 2-4 gün arasında evinden dışarı çıkması yasaklanan bireylerden belli yaş grubundakilerin haftada bir kez sadece birkaç saatlik izinle sokağa çıktıkları bunalımı çok olan dönemden geçildiği dikkate alınırsa, polisin yurttaşla karşı karşıya geldiğinde yöneticilere önemli bir görev düşüyor.

Yaşanan olaylara "yüzde 100 polis haklı ya da yüzde 100 yurttaş haklı" diyerek bakmak yerine olayların irdelenmesi ve tedbirler geliştirilmesi gerekiyor. En başta, polisin kendi hiyerarşisi içindeki ve polisle yurttaş arasındaki iletişimin sağlanması kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. Yeni memurlara ve amirlere bu konuda özel eğitim verilmesi zorunluluk haline geldi.

Yöneticilerin, böyle durumlarda sessizliğe bürünüp, sütre gerisinde kalmak yerine, bizzat sahaya inip polisle yurttaşın karşı karşıya gelmesini önlemeleri zorunlu hale geliyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

TUSAŞ saldırısında ikinci perde: İstihbarat tam iki ay önce geldi!

İstihbarat bilgisi, 17 Ağustos’ta elde edildi. Veriler, bölgedeki jandarma komutanlıklarına bildirildi. MİT’in ulaştığı veriler, İçişleri Bakanlığı’nın çatısı altındaki Emniyet ve Jandarma’ya gönderildi

TUSAŞ saldırısı göz göre göre geldi: Tesis, özel güvenlik denetiminde sınıfta kalmış!

TUSAŞ’taki özel güvenlik personeli sayısının “uygulamadaki yetersizliğine karşın” söz konusu güvenlik noktasının neden jandarmadan alınıp özel güvenliğe verildiği sorusunun yanıtı, süreçteki ihmâli daha net ortaya koyacak kuşkusuz

TUSAŞ saldırısında kader anı: Cevap alınamayan cep telefonu araması, taksicinin kaderini nasıl değiştirdi?  

Mersin Polisevi’ne ve İçişleri Bakanlığı'na geçen yıl eylülde gerçekleştirilen saldırıların TUSAŞ eylemiyle benzeşmesi de ayrıca dikkat çekici. Ülkenin en önemli tesislerinden birisinin sadece özel güvenlik sistemi ile korunması zafiyetin bizzat kendisi

"
"