Pandemi miskinliğinde pineklerken, Schneidertempel Sanat Merkezi'nde bir sergi düzenlemem istendi.
İşe giriştim. İsmi ve konusu "GAZETE" olan bir çizim sergimi galerinin panolarına dizdim.
Ne var ki, Omikron hazretleri, serginin açılış kokteyline bile imkân tanımadı. Galerinin kapısı açıldı, HES kodu bulunan ve ateşi 36,5 olan kişiler gün boyu teker teker içeri alındı.
Sergiyi dolaşan izleyiciler, haberciler ilgi ve merak gösterip çizerini, yani beni, sorgulamaya giriştiler.
Böylece sergi, çizdiklerimin nedenini ve nasılını farklı bir açıdan, bidaha düşünmeme sebep oldu, dolayısıyla anlatmama da. Şöyle ki;
Mizahi çizgi çizmek, şeytanın dürtmesine izin vermekle başlar.
Ondan önce siyasiler, yöneticiler ve diğerleri tat kaçıracak, can yakacak bir şeylerle, iyi niyetli sükûnetimi dürtüklerler. Bu durumda onlara karşı bişey söylemek ihtiyacı belirir.
Boş ver, geçer, aldırma, işine bak, sana ne gibi akıl yürütmeler, zihnimi gevşetmezse eğer… İşte o zaman kafanın karanlık delhizlerinde loş ışık titreşimleri yanıp sönmeye başlar, derken tepki senaryoları uçuşur.
Senaryo dediysem, bunlar ne kelimeye, ne de çizgiye gelir gibi değildir. Sadece duygu ve heyecan kıpırtılarıdır.
Uçuşan o senaryoları çalışma masasına gidene kadar koruyabilirsem, ne âlâ. Yoksa, can sıkıntısı ile masadan kalkmak işten bile değildir, çok olur.
İlle demek, geçiştirivermek, uyduruk şeylerle atlatmak ise, içtenliği zedeler, akla ziyandır.
Alıntı yapmayı pek sevmem ama şu anda dayanamadım, çizgi filmci Miyazaki'den bir not; Bir filmi kendi yüreğime sadık kalmadan yaparsam, pişman olurum. İşte o zaman da bir daha film yapamam.
Olumsuza yönelmeyi bir yana bırakıp kendi işimize dönelim.
Aklımdaki senaryo ile masaya yaklaşırken, kâğıt üstünde onu en iyi, nasıl bir çizgi oyuncu gerçekleştirebilir diye hayal ederim.
Beyaz kâğıdın önüne oturup, kalemi çini hokkasına bandığım anda bu anlattıklarımın hepsi biter, gider.
Tam da perde açılmış, spotlar yanmış, herkes susmuş, oyun başlamış gibi. Söz, mimik, jest artık sadece onlarındır, sorumluluk da, ustalık da.
Ve ben oyunun nereye, nasıl varacağını kestiremem, ama merak ederim.
Hayal ettiğim çizgi oyuncular ne yapacaklarını bilirler, yavaş yavaş kağıt üstünde belirirler, ben karışmam, müdahale etmem, taslak yapmam, prova yaptırmam, özgürdürler.
Ancak bu oyun iyi, doğru ve zevkli olsun, keyif versin kabilinden, grafik düzeni, çizim yeterliği, istifleme konuları ve işi uzatmayıp durdurma noktasında onlara göz kulak olurum. Elimden gelen budur, fazlası değil.
Herşey hızla çizilip sonlandıktan sonra, ortaya çıkan marifeti uzun uzun inceler, anlamaya ve unutmaya çabalarım.
Unutmaya?.. Evet, çünkü aklımda yer ederlerse, üslûp, stil, biçem, artık nasıl derseniz, onun peşine düşer, özgürlüğümü ve yenileşme güdümü tehlikeye sokarım. Bu tuzağa düşmektense, eski çizimlerimi yeri geldikçe yeniden birkaç kez yayımlamaktan çekinmem.
Sergi nedeniyle yapılan konuşmalarda, en çok "nasıl çizilir" sorusu ile karşılaşmıştım. Ben de merak ettim doğrusu.
Çizdiğime göre, biliyorumdur ön kabulü ile ortalıkta dolaşır ve soruları yanıtlarken, birden fark ettim ki, bu süreci ben de yeterince irdelememiş olabilirim. Bu yazıya neden olan duygum işte böyle idi.
Bir de Açık Radyo'da, İzel Rozental'in sergi hakkındaki sorularını Zoom üzerinden yanıtlamaya çalışırken kem küm edince, farklı bir eda ile de olsa gönlümdeki bişeyleri yazmayı istedim, hepsi bu…