Pek televizyon seyretmiyorum. Aslında gençlik yıllarımda, özellikle de tartışma programlarını keyifle izlerdim. Uğur Mumcu mesela, bilgiyle, belgeyle konuşurdu ve kıvrak zekasıyla yapıştırırdı söylemek istediklerini nükteli biçimde. Şimdilerde, tüm bilgiler, belgeler yanardöner. Örneğin bir tartışma programında birisi kırmızıya boyanmış bir duvardan sözederken, duvarın yeşil renginin güzelliğini anlatabilir. Bir süre sonra siz, ya ben renk körü müyüm acaba, bakıyorum duvar kıpkırmızı ama adam öyle huşu içinde yeşil diye anlatıyor ki, yeşil herhalde diyebilirsiniz. Zekanın yerini de şirretlik aldı. Mesela kar üzerinde, kayaklar takılarak yapılan spordan bahsedilirken, bir tartışmacı sözcüğü argoda cinsel ilşkiyi çağrıştıran şekliyle kullanarak , "bak kötü kayarım haa" falan diyebilmekte. Dehşet verici bir durum.
Beşiktaş’ın maçı olduğunda ama, kuruluyorum televizyonun karşısına. Maç başlayana kadar yapılan maç önü sohbetleri iç bayıcı olduğundan şöyle bir dolaşıyorum kanallar arasında. Genelde uzaktan kumandayı kim bulduysa ruhuna rahmet diyerek zaplamakla geçiyor bu seans, mamafih yine de gençlikten gelen ilgi, tartışma programlarına takılıveriyorum. Takılıyorum takılmasına da ben diyeyim üç, siz deyin dört dakika sonra bunaltıcı bir hale geliyor. Hikâyeyi rahmetli babam anlatmıştı. Adam roman yarışmasına katılmış, 1000 sayfalık roman yazıp yollamış. Bir hafta geçmeden roman geri gelmiş, değerlendirmeye uygun bulunmadı diye. Jüriye bir mektup döşenmiş bizimkisi; size gönderdiğim romanı okumamışsınız, 26. ve 27. sayfaları kenarından uhuyla yapıştırmıştım, oraya kadar bile okumamışsınız. Jüriden kısa bir yanıt gelmiş, hıyarın acı olduğunu anlamak için sonuna kadar yemek gerekmez. Bizim tartışma programları da o hesap. Hep aynı tipler, aynı tiyatroyu her akşam başka bir şekilde oynuyorlar. İki dakika bak, sonra hemen kapat.
Bir de mübarek programlarda uyku bastırıyor. Geçenlerde izlerken uykuya dalmış, rüyamda gördüğüm Profesör Maydanoz’un maceralarını T24'te paylaşmıştım. Bu seferde dolanırken Başkentgaz’dan, Kızılay’a, ordan Ensar’a ordan da Türken’e verilen yüklü maaş, pardon bağış mevzusu tartışılıyordu. Benim gene gözlerim bir kapandı, bir açıldı. Baktım iktidar yanlısı beyzade verip veriştiriyor. Kılıçdaroğlu'ndan giriyor, İmamoğlu'ndan çıkıyor, arada laf Canan Hanım’a uzanıyor. Pür dikkat kesildim. Vay anasına her şeyi yanlış anlamışım, meğer asıl olay başkaymış. Doğrusu yıllardır CHP’ye oy veririm bu kadarına pes dedim ve verdiğim oyları derhal haram ettim. Olay ciddi karmaşık ama ben anladığımı kısaca özetleyeyim.
Şimdi Koç Holding’e ait enerji şirketi Aygaz, Yeşilay’a acayip yüklü bir bağış yapmış. 8 milyon dolar falan. Sen Yeşilay tut, Ronaldo’nun gelişine röveşatayı çakması gibi paranın yüzde onunu şerefiye diye kasaya koyup kalanını aynen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne aktar. Onlar mı ne yapmış? Hiç beklemem vallahi, hocamızın kurduğu dernek. Şimdiki başkanı, yıllarca Türkan Saylan Hoca’nın yanında yer almış, cüzzamla savaş, halk sağlığı konularında uğraş vermiş, Van Üniversitesi rektör yardımcısıyken FETÖ'cülerin gazabına uğramış Prof. Ayşe Yüksel. Hayatını bu memlekete, insanlarına adamış biri. Ama oluyor işte, insanoğlu ciğ süt emmiş. Meğer Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Amerika’da kurulan bir vakfın ortağıymış. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve ülkemizdeki ZÜRGEV isimli vakıf (Zararlı ÜRünlere karşı Gençleri Eğitme Vakfı), Amerikada ZÜRKEN diye bir vakıf kurmuşlar. İş buraya kadar olsa iyi. Hani uyuşturucu falan Amerika'da çok yaygın, burada da almış başını gidiyor bir şeyler yapalım diye el ele vermişler diyecem. Ama işin içine siyaset de karışmış. Bu ZÜRGEV ve ZÜRKEN vakfının yöneticileri arasında Kılıçdaroğlu’nun oğlu, Ekrem İmamoğlu’nun dayısı, Canan Kaftancıoğlu’nun Kartal İmam Hatip Lisesi’nin yanında oturan bir tanıdığı, Tuncay Özkan’ın eniştesi ve CHP'nin basın sözcüsünün karısı falan varmış.
Çok enteresan, dinledikçe içim daraldı. Ummadık taş baş yarar derler. Şimdi soruyorlar Aygaz’ın CEO’suna, vergi mi kaçırdınız diye. Olur mu öyle şey diye bir başlıyor, vergi matrahımızın yüzde bilmem kaçını çıkartıp, şerefiyeye böldüğünde zaten bizim kazancımızın vergisinin onda sekiziyle toplayıp çarparsan, böyle bir şeyin olamayacağını anlarsınız. Yeşilay’a soruyorlar; yeşil bir şeyler geldi ve ama anında gitti, yani şartlı bağıştı diye bir cevap. ÇYDD’ne ya kardeşim sizin ne işiniz var, ne diye Amerikadaki ZÜRKEN vakfına para gönderiyorsunuz deniyor. Siz kız çocuklarımızı, kardelenleri okutmayacak mıydınız, Amerika’da Manhattan'da gökdelen dikmekle sizin ne işiniz olur? El cevap; aslında bizimki gökdelen değil, daha mütevazi bir şey. Orijinal olarak biz de New Jersey’e bir gökdelen dikecektik, TÜRKEN Vakfı’nda kalanlarla bizimkiler, Hudson Nehri’nin iki yanından birbirlerine el sallasınlar diye düşünmüştük ama paramız yetmedi, ancak Brooklyn’de bir kenar mahallede, beş katlı eski bir binacık aldık, orayı yurt yapıyoruz. İyi mi Brooklyn de bir binacık almışlar. Olayın dahası da var, sanki eskinin Dallas dizisi. Bu ZÜRKEN Vakfı, bir de ünlü boksör Rocky Balboa’nın çiftliğini satın almış. Orda gençleri zararlı ürünlerden koruyup boks öğreteceklermiş. Bu arada mecliste çoğunluğa sahip partinin Amerika temsilcisi, bu meblağda bir paranın Amerika’ya hiç ulaşmadığı yönünde duyum aldıklarını , bu meseleyi araştırdıklarını anlatıyor.
Vay arkadaş ya, ilk defa iktidar kanadının sözcüsü gibi davranan tartışmacılara hak verdim. El hak, haklılar. Kardeşim bu memleketin fakiri fukarası, garibi gurabası bitti de, ülkemizde vergiden kaçınıp, Amerikada öğrenci yurdu yapmak nerden aklınıza geldi? Sonra size ne Rocky Balboa’nın çiftliğinden, kim alırsa alsın.
Tere batmışım, nefesim daralmış, uyandım. Yine rüya görmüşüm. Yeşilay 100 yıllık tarihiyle gözbebeğimiz, böyle işlere tevessül etmez. Aygaz memleketin en çok vergi veren kurumlarından biri, alavere, dalavere yapmaz. ÇYDD'de usülsüz bir iş olmaz, olamaz. Rüyamda gördüğüm siyasetçilerin, sevgili arkadaşım Ayşe Yüksel’in isimlerini, cisimlerini zikrettiğim için de kendilerinden özür dilerim, gerçek gibi bir rüyaydı. Herhalde tartışma programında anlatılanlardan etkilendim. Geceyarısı bir daha izledim tartışma programını. Meğer olaylar aynıyla vakiymiş de kurumlar, vakıflar, aktörler ve aktrisler farklıymış. Tabii böyle bir farklılık karşısında da iktidar yanlısı tartışmacıların söyledikleri, eleştirmek için değil, gerçekleşen olaylara tevil bulmak üzerineymiş. Arkadaş dedim kendi kendime bir daha tartışma programı falan seyretmek yok, dalıyorsun uykuya, abuk sabuk rüyalar görüp, yetmezmiş gibi bir de yazıyorsun bunları, havalar da soğudu, kış Silivri taraflarından vuruyor. Biliyorsun Nefi’nin başına gelenleri: "Gökten nazire indi sihamı kazası’na / Nefi diliyle uğradı hakkın belasına”. Ha Nefi kim ben kimim de, memlekette tarih, bu türden tekerrürleri pek sever, belli mi olur. Neme lazım, bundan sonra yalnızca belgesel seyredeceğim.