19 Mayıs 2020

Bir zamanlar Anadolu'da Türkan Saylan’la bir minibüs yolculuğu

Onu hep Elazığ-Van yolculuğunu yaptığımız, o sıkış tıkış minibüsün içinde, öğrencileriyle muhabbet eden, onların şarkılarına katılan, Anadolu’nun derelerinde bizimle yüzen, güzel güzel gülen, söyleyen, neşeli ve bilge haliyle hatırlayacağım…

13 Temmuz 1984 cuma günü, Elazığ’dan kalkan bir minibüs Van’a doğru yol alıyor. 15 kişi var içinde, bayağı kalabalık yani, sıkış tıkış. İstanbul Tıp Fakültesi, beşinci sınıf öğrencisi 9 kişi, Lepra Hastanesi’nden 2 doktor, 2 hemşire (biri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin bugünkü başkanı), şoför arkadaş ve Prof. Dr. Türkan Saylan. Bilimsel bir saha çalışması yapmak amacıyla gidiyorduk Van’a. Lepra'nın (cüzzam hastalığı) endemik olduğu, Van’ın Bahçesaray nahiyesinde lepra taraması yapacaktık (endemi: bir enfeksiyon etkeninin veya hastalığın belirli bir coğrafyada veya toplulukta sürekli görülmesi durumu. Tüm dünyaya yayıldığında da pandemi oluyor herkesin öğrendiği gibi). Uzun ve güzel bir hikâyedir Türkan Hoca ile yaptığımız bu sağlık taramaları. Bu yazıda yalnızca o minibüs yolculuğunu anlatacağım. 

Yolda mola, Türkan Hanım minibüsün içinde
Öncesinde Elazığ lepra hastanesinde hastalıkla ilgili bir kurs almıştık. 22 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Elazığ’a ulaşmış ve Lepra Hastanesi’ne yerleşmiştik. Elazığ’ da ilk gün, Türkan Hoca ile birlikte, valiyi, belediye başkanını ve müftüyü ziyaret etmiştik. Hepsi Hoca’ya büyük saygı gösteriyordu.

Lepra Hastanesi’nde son gün bir eğlence düzenlenmişti ve Türkan Hoca bizim cüzzamlı hastalarla dans etmemizi, halay çekmemizi, onlara dokunmamızı istemişti. Çeşitli uzuv kayıpları, yüz deformiteleri olan hastalarla bu kadar yakınlaşmak, henüz öğrenci olan bizler için de ilginç bir deneyimdi. Başta biraz tedirgin olmuştuk. Aslında Türkan Hoca, cüzzamın o kadar da bulaşıcı olmadığını, bize yaşayarak öğretiyordu. O gece hem hastalar hem de biz çok eğlendik.


Elazığ lepra hastanesi bahçesinde 

Bize bir şeyler öğretmek için her fırsatı kullanıyordu. Elazığ’da kentte dolaşırken, önümüzde yürüyen adamın boynunu işaret edip, bu lezyon nedir diye soruyordu ve önce ne olduğunu söylüyor, sonra da adamın boynundaki benle ilgili tıbbi bilgi veriyordu.

Elazığ lepra hastanesinde 

Öğleye doğru yola çıkmıştık Elazığ’dan. 25-26 yaşındaydık, o minibüste, o sıkışıklıkta seyahat etmek bizler için fazla sıkıntılı değildi, ama Türkan Hoca omurga tüberkülozu geçirmişti, kalçasında bir sorun vardı. Belli bir pozisyonda rahat oturabiliyordu ancak. Hiç yakınmadığını hatırlıyorum. Biz şarkılarla, türkülerle, hikâyelerle çok eğleniyorduk. Maden’den geçerken Maden Dağı türküsünü söylüyorduk mesela. Akşam 21.30 da Kahta’ya ulaştık. Devlet hastanesinde geceledik ve sabah güneşi doğurmak üzere Nemrut’a tırmanışa geçtik. Türkan Hoca, sanki bizden biriydi. Aynı yaşta gibiydik. Oysa o zaman bile kıdemli bir profesördü. Öğrenci öğretmen ilişkisini koruyarak, dokuz öğrenciyle tek bir sorun yaşamadan o yolculuğu yapmak kolay iş değildi.

Sağlık taramasına başlarken (soldan ikinci Türkan Saylan)

Cendere Köprüsü'nden geçerken biz minibüsü durdurup Cendere Deresi’ne girmek istiyorduk. O koşullarda mayomuzu girip suya dalıyorduk, bir bakıyorduk arkamızdan Türkan Hoca da geliyor. Yolda kimi sağlık ocaklarında duruyorduk. Orada mecburi hizmet yapan genç doktorlar, burunlarının dibinde Türkan Hoca’yı görünce çok mutlu oluyorlardı. Bir yıl sonra biz de Anadolu’nun her yerine dağılacaktık. Saat 23.00'te Van’a ulaştık ve yine Devlet hastanesinde geceledik. Ertesi gün 3400 metre yükseklikteki dağların arasından ve temmuz olmasına rağmen hâlâ karlı olan yollardan geçip Bahçesaray’a ulaştık.

Bahçesaray da yapılan ve iki ay sonra bu kez Çaldıran da tekrarladığımız sağlık taramaları, o yolculuğa katılanların hepsinin hekimliğe bakışını, dünyaya bakışını fazlasıyla etkiledi. Türkan Saylan gerçek bir rol modeldi. Meseleleri ele alışı, sükunet içinde sorunları çözmesi ve sürekli pozitif bir yaklaşım içinde olması müthişti. Aradan 25 yıl geçtikten sonra bizi evine çağırdı ve o günleri bugün bulunduğumuz yerden hatırlayarak yazmamızı istedi. Çoğumuz değişik branşlarda öğretim üyesi olmuştuk. Olur yazarız dedik ama günler, aylar geçti biz kendi işlerimize dalmış, ihmal etmiştik kitabı. Bir gün yine aradı bizleri, hastalığı ilerlemişti, ben ölmeden bu kitap çıksın istiyorum demişti. Bir kez daha hasta haliyle bizi motive etmiş, yol göstermişti. Kitap "Yer Gök Dört Duvar" adıyla yayınlandığında bizden çok sevinmişti. Oysa onunla aynı kitapta yazar olarak buluşmak bizler için büyük onurdu (Yer Gök Dört Duvar, Türkan Saylan ve Öğrencileri, Cumhuriyet Kitapları).

Kitap yazmak için davet ettiğinde. Arkada kilimde birlikte yaptığımız saha çalışmalarından resimler var
En son ölmeden birkaç gün önce gördüm. Onkoloji servisinde yatıyordu, ziyaret etmiştim. Ölümü yakındı ama hastalıkla, ölümle barışıktı. Bunca yıllık meslek hayatımda kısa süre sonra öleceğini bildiği halde bu kadar sakin, huzurlu olan başka bir insan hatırlamıyorum. Yattığı yerde yazıyordu. Ömrüne, hekimliği, üniversite hocalığı, cüzzam hastanesi başhekimliği, sivil toplum aktivistliği, binlerce genç kız ve erkeğin okumasını sağlayacak bir derneği kurup geliştirmeyi, tıbbi ve edebi bir çok kitap kaleme almayı ve daha sayamayacağım nicelerini sığdırmıştı.

Dün ölüm yıldönümüydü. Yüzbinler bağrına basmıştı cenazesinde. Ben onu hep Elazığ-Van yolculuğunu yaptığımız, o sıkış tıkış minibüsün içinde, öğrencileriyle muhabbet eden, onların şarkılarına katılan, Anadolu’nun derelerinde bizimle yüzen, güzel güzel gülen, söyleyen, neşeli ve bilge haliyle hatırlayacağım…

Tutuklamak için sabahın köründe baskın yaptıkları evinin önünden bizi uğurlarken

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"