20 Kasım 2020

Bir deprem anısı: İstanbul Tıp Fakültesi'nin en aktif genç uzmanları depremin ertesi gününü trafikte geçirdi

Meğerse ben korkudan ağlayan kızımı bırakıp, koş koş hastaneye gelip, depremzede diye şarapzedeyi ameliyat etmişim

Deprem olur, biz sabah akşam depremle yatıp kalkmaya başlarız. Deprem uzmanları, inşaat mühendisleri ekranlardan eksik olmaz. Hatta o heyecanla, 1999 depreminden bir yıl sonra rahmetli Prof. Ahmet Mete Işıkara'yı Türkiye'nin en seksi erkeği seçmişliğimiz bile vardır. Güzide ülkemizde işler böyle yürür. Aradan iki üç hafta geçer, yeni uzmanlar, her konunun her daim uzmanları, yeni konulara dalar, deprem meselesi uzaklaşan bir geminin dumanı gibi ufukta kaybolur. Bir dahaki depreme kadar çürük binalar inşa etmeyi, çürük binalarda oturmayı sürdürür, yaşar gideriz. 1999 depremiyle ilgili bu yazıyı, İzmir depreminin hemen arkasından yazmak istemedim o yüzden. Unutulmaya başlarken yeniden bir hatırlatma olsun diye bekledim.

Tıp doktoru diplomasını aldığınız anda bir taahhüt altına giriyorsunuz. Bu taahhüt gereği zamana, mekana bağlı olmaksızın size ihtiyaç duyulan her an hazır olmalısınız, görev sizi çağırdığında bir bahaneniz olmamalı. 17 Ağustos 1999'da, o zaman on üç yaşında olan kızımla birlikte babeevinde kalmıştık. Annem her zamanki gibi harika yemekler yapmış, o zaman babam, annem, kızım keyifli bir akşam geçirmiştik. Gece yarısı kızım yattığı odadan kalkıp yanıma geldi. Cerrah olmanın getirdiği alışkanlık, uykum köpeklerinki gibidir. Anında uyanırım ve uyandığım an, uykudan eser kalmaz.

Ezgi yanıma geldi, "Baba yanında yatabilir miyim, kötü bir şey olacak" dedi. Yaklaşık 30 saniye sonra, o hiç bitmeyecekmiş gibi olan sallantı başladı. Ezgi ile birbirimize sarılmış durumda, depremin bitmesini bekledik. Ardından ailecek dışarı çıktık. Benim hastaneye gitmem gerekiyordu. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirürji Kliniği'nin başasistanıydım ve böyle bir anda hastanede olmalıydım. Ezgi "Baba gitme, lütfen gitme" diye ağlıyordu. Babam, "Biz arabada bekleriz içeri girmeyiz, merak etme" diye beni az da olsa teselli etti. On üç yaşındaki kızımı böyle bir durumda bırakıp gitmenin üzüntüsü içime çökmüş vaziyette yola çıktım.

Bütün bu anlattıklarım beş altı dakika içinde olmuştu ve ben deprem bittikten sonraki ilk yarım saat içinde hastaneye ulaşmıştım. O acılı günleri unutmak mümkün değil. Ancak tüm o acının, felaketin içinde tebessüm ettiren olaylarla da karşılaşabiliyorduk. Akşam eve giderken yoğun bakımda yarı komada bıraktığım hastamı, hastaneye geldiğim anda elinde serum askısı, kapının girişinde ayakta bekliyor buldum. "Hocam iyi misiniz?" diye sorunca ister etmez tebessüm edip "Ben iyiyim, sen nasılsın bakalım?" deyip cevabını beklemeden nöbetçi arkadaşlarla buluştum. İyi olduğu belliydi.

Ben gelene kadar ağır olmayan hastalar bina dışına çıkarılmıştı. Bizim içinde olduğumuz bina, deprem açısından riskli bir binaydı. Nitekim deprem sonrası yapılan kontrollerde binanın mantolamayla kurtarılamayacağı, derhal boşaltılması gerektiği ifade edildi. Bu boşaltma işi 21 yıl sonra gerçekleşecek inşallah (Geçen gün yapılmakta olan yeni binada yangın çıktı maalesef). 21 yıl boyunca o binada sağlıkçılar çalışmaya, hastalar da tedavi olmaya devam etti. Aynı dönemde Çapa kampüsünde birkaç bina çökme tehlikesi nedeniyle yıkıldı.

Nöbetçi arkadaşlara "Ben acile gelen hastaları ameliyat edeyim, sizler de ilk değerlendirme tetkik, ameliyata hazırlık ve triyaj yani hastaların yatırılması veya gönderilmesi işlemleriyle ilgilenin" dedim.

Kafa travmalı ilk hasta acile gelmişti bile. Hasta meçhul olarak kaydedilmişti, üzerinden kimlik çıkmamış, o hengamede kimin getirdiği de belli olmamıştı. Acilde bilinci kapalı yatıyordu. Yaptığımız tetkik neticesinde beyin zarıyla kemik arasında dev bir kanama, ayrıca beyninde de zedelenmeler söz konusuydu. Hemen ameliyata aldım. O ameliyat bittiğinde yeni bir hasta gelmişti bile. O gün yanlış hatırlamıyorsam dört hasta ameliyat ettik. İlk hastanın depremde nasıl yaralandığı hakkında fikrim yoktu, diğerlerinin hepsi panik içinde kendilerini balkondan atmış hastalardı. Bu küçük istatistiki bilgi bile depremle ilgili eğitimin ne kadar yetersiz olduğunu gösteriyor.

O gün gece geç saatlere kadar çalıştık. Ertesi gün dekanlıkta bir toplantı yapıldı ve depremin en çok hasara yol açtığı Avcılar'a bir ekip gönderme kararı verildi. Anestezist, Çocuk Cerrahisi, Genel Cerrahi, Kalp Damar Cerrahisi, Beyin Cerrahisi uzmanları ve yardımcı sağlık personelinden oluşan bir ekip minibüse doluştuk, yola koyulduk.

Yolda büyük bir keşmekeş vardı ve trafik kitlenmişti. Ambulanslar bile trafikte kalmıştı. Avcılar'a ulaşmamız yaklaşık dört saati buldu. Oraya vardığımızda deprem koordinasyon merkezi gibi çalışan bir okulda ilgili kişilere ulaşmaya çalıştık. Bulabildiklerimiz "Niye geldiniz, bizim size ihtiyacımız yok" cevabını veriyordu ve haklılardı da. Üniversite hastanesinin uzman doktorlarının orada yapacağı bir şey yoktu. Bizim yerimiz kendi hastanemizdi. Hastanemize ulaşan hastaları ameliyat etmeliydik. Deprem mahallinde, arama kurtarma ekipleri ve ilk yardımı yapacak hekimlerin bulunması gerekliydi. Belli ki bizi yollayan yöneticiler kimseyle görüşmemişti de.

Geri dönüşümüz de dört - beş saat sürdü. Böylece İstanbul Tıp Fakültesi'nin en aktif genç uzmanları depremin ertesi gününü trafikte geçirmiş oldu. Depremin o ilk günü ameliyat ettiğim hastaları yakından izliyordum. İlk ameliyat ettiğim hastanın bilinci birkaç gün sonra açıldı. Merak ediyordum kafasına bir şey mi düşmüştü, o da balkondan mı atlamıştı. Konuşacak duruma gelince sorguladım. Hastaneye nasıl getirildiğini hatırlamıyordu: "Abi biz arkadaşlarla şarap içiyorduk, aramızda tartışma çıktı, sonra arkadaşım kafama şişeyi geçirdi. Sonrasını bilmiyorum, burada kendime geldim." Meğerse ben korkudan ağlayan kızımı bırakıp, koş koş hastaneye gelip, depremzede diye şarapzedeyi ameliyat etmişim. Ne yapalım hasta hastadır, şanslı delikanlıymış.

Sonraki on yıl boyunca fakültenin deprem komisyonunda görev aldım. Komisyonun yaptığı başlıca iş, bir arama kurtarma ekibi eğitimi oldu. Gönüllülerden oluşan gruplara dağda, bayırda eğitim verildi, bunun için çadır, uyku tulumu vb… satın alındı. Oysaki o deprem gününün deneyimiyle bizim bir üniversite hastanesi olarak görevimizin sahada değil bulunduğumuz yerde olduğunu defalarca bu komisyonda tekrarladım.

Benim önerim şuydu. Planlarımızı, a, b, c şeklinde yapmak. Yani kampüsün tamamen yıkıldığı durum, kısmen zarar gördüğü ve ayakta kaldığı durumlar. Acil olarak, zarar görmesi ihtimal dahilindeki binaların yıkılıp yeniden depreme dayanıklı yapılması, çevredeki hastanelerle ortak triyaj planlarının hazırlanması ve Vatan Caddesi ile Millet Caddesi arasında bulunan boş arazilerden birine, konteynerler içinde seyyar bir hastane gömmek. 24 - 48 saatte kurulabilecek modüler hastaneler mevcut ve her yer yıkıldığında ayakta kalanlar o hastaneyi hızla kurup hizmete devam edebilirler. Tüm İstanbul için bu planın uygulanması, büyük ulaşım akslarına yakın seyyar hastanelerin konteynerlerde saklanması, hepsinin yanına da helikopter pistleri yapılması. Toplantılarda tekrarladığım öneriler bunlardı. Böyle bir proje, devlet, belediye ve üniversiteler işbirliğiyle hayata geçirilebilirdi. Gerçekleşmedi. Umarım bir gün siyaset bir kenara bırakılıp böyle projelerin hayata geçmesi sağlanabilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"