Geçenlerde bir yazısında Ayşe Buğra, Rus besteci Dimitri Şostakovic’in işini iyi yapmaya çalışan bir adam olarak Stalin zamanındaki kendi olma çırpınışlarını anlattığı “Zamanın Gürültüsü” romanına değinmişti. Romanda ve tabi o dönemi anlatan bir çok başka eserde Dimitri Şostakovic gibi kendi bireysel coşkuları ve huzursuzlukları ile dolu ama safça yaratıcılıklarını sürdüren binlerce insan bir gün ansızın onları “ölü hâle” getiren ve mesela Pravda’da çıkan bir yazıyla başlayan, her yerde vebalı gibi başların çevrildiği insanlar haline getirilmelerine yol açan, örneğin “Stalin Yoldaş’a Suikast Planının konuşulduğu yerde olmak” gibi suçlamalara maruz kalabiliyorlardı. Sonrasını ise anlatmaya gerek yok. Böylesi bir karanlıkta az sayıda insanın sağlığını ve yaşamını koruyabildiğini biliyoruz bugün. Lafı uzattığımın farkındayım ama daha önce yazdığım arkadaşım Cengiz Erçin de şu meşhur bildiriye imza attıktan sonra en çok “vatan haini” olarak damgalanmasından incinmişti; bir de tabi geçenlerde Kocaeli Üniversitesi Kampüsü’nün içindeki bankaya gitmek için yanına güvenlik görevlisi verdiklerinde.
İşte şimdi Türk Tabipleri Birliği’nin gerçekten soyut ama içinde “barış” kavramı geçtiği için yerden yere vurulan bildirisi karşısındaki tepkilere bakınca, biraz da bu örgütü yönetenleri tanıyoruz; aslında işlerini iyi yapmaya çalışan ama evrensel değerlere yaslanan sol ve demokrat bir duyarlılıkla ve daha önce onlarca kez açıklanan bir metni yayınlamaktan başka bir şey yapmadı bu insanlar; onlar da şu andaki resmi dille konuşurlarsa esas o zaman korkmak lazım, bırakın bir avuç insan, kökleri kendi dinimizde, Mevlana düşüncesinde ve şimdi uygarlık diye bir şey varsa onu yaratan felsefede olan bazı değerleri savunsun, seslendirsin, bunların olması herkesin yararına deme gereği duyuyor insan.
Türk Tabipleri Birliği, en netameli zamanlarda bile insancıl ve bilimsel bir çizgide durma beceresini göstermiş, çocuk yaştaki gençlerin sahte raporlarla yaşları küçülterek idam edildiği yılların hemen ertesinde, o zamanki başkanı, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin bugünlere gelmesinde en önemli pay sahibi Prof. Dr. Nusret Fişek’in ağzından idamların uygulanmasında hekimlerin olmasına karşı çıktığı için yargılanmış, Dr. Ata Soyer gibi bir çok yöneticisinin hayatını ve sağlığını insan hakları mücadelesine adadığı, üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması gibi konularda en önde duran insanların yöneticilik yaptığı, açlık grevlerinin ve ölüm oruçlarının zorla sonlandırılmaya çalışıldığı zamanlarda hep sağduyu ama evrensel değerleri önde tutarak davranan bir örgüt olarak bugünlere gelmiştir. Ama şimdi ülkemiz derin bir kutuplaşmanın girdabında, hayatın bütün alanları siyaset kurumunun egemenliğinde ve toplumsal enerjisinin çoğunu heder ederken bunları kimse hatırlamıyor ve hiza dışında durmanın cezası olarak Türk Tabipleri Birliği geleneğinin devamı olan bir açıklama üzerine, hiçbir zaman olmadığı bir yere, PKK’nın yanına konarak haksız yere, ağır bir şekilde suçlanabiliyor.
Ülkesini seven ve işini iyi yapmaya çalışan hekimler olarak, “Türk Tabipleri Birliği’nin Yanındayız” derken, yetkililerin düşünce açıklayan insanları bu kadar ağır bir şekilde suçlamasını doğru bulmuyoruz demek istiyoruz. Bunun ötesinde belki safça bulunabilir ama bir kez daha düşünce özgürlüğü olmadan büyüyebileceğimizi, genişleyebileceğimizi ama gelişemeyeceğimizi ve mutlu olamayacağımızı düşündüğümü söylemek istiyorum.