Biraz önce Sezin Öney’in yazısından öğrendim; Sevgi Soysal’ı yitireli 40 yıl olmuş. Ben de onu eski bir yazı ile anmak, daha doğrusu giderek boğucu hale gelen hayatımıza nazire olarak onu bir kez daha selamlamak istiyorum.
Onunla parasız yatılı pansiyonlarının baskı dolu gecelerinde tanışmış, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nden Felsefenin Temel İlkeleri kadar etkilenmiş birisi olarak, ölüm haberini radyo haberlerinden duyduğum 22 Kasım 1976 gecesinde Hacettepe Merkez Yurdunda hissettiğim öksüzlük duygusunun hiç geçmediğini itiraf etmek isterim. Sonraki yıllarda bir kuşak onun yazdığı her satırı içlerindeki derin değişim isteğinin bir karşılığı olarak okudu. Bir çoğumuz onu ve onun yarattığı kahramanları kendine katarak yoluna devam etti. O kadar ki uzun bir süre onu sevenler Mümtaz Soysal’ı biraz da onun sevdiği adam olduğu için sevdiler, yakın zamana kadar biraz da onu incitmemek için biriken kızgınlıklarını içlerinde tuttular. Benim gibi onun çocuklarını en son annelerini kolay hatırlasınlar diye götürdüğü lunaparkta hatırlayanlar yıllar yılı belki bir yerde Defne ve Funda ile karşılaşır da anneleri hakkında konuşuruz diye heyecanla beklediler.
Hepimiz onda bir insan nasıl değişir, değişirken nasıl zorlanır, tökezler, kanar; değişmek niçin insanın var oluşunun temelidir gibi soruları tartışan bir insan bulmuştuk. Neredeyse onun yazdıklarında “diyalektik” bir uygulama görüyor ve onun kahramanlarının yaşamın sırlarını fısıldamasını bekliyorduk. Benim gibi sözcüklerin kudretine fazla inananlar ise, zor zamanlarında onu, sanki cümlelerinin iyileştirici, değiştirici bir gücü var ve onu bu kadar yoğun okuyunca kendisinde de gözle görünür bir değişiklik olur beklentisiyle huşu içinde okudular. Belki bu yüzden bazılarımız gerçek yaşamda tartışırken karşısındakine Ali gibi “ Bak, bırak bu kitap gibi konuşmayı artık” dedi, ya da sevgilisine “ Hayır, bensiz de korkmamalısın. Cesur kişiler gibi tutalım ellerimizi. Selamlaşmak için, birbirimizi dayanmak için değil. Bak Olcay, seni benden koparabilirler, ama içimden bir ben söküp atarım seni. Cesaret, inanç da öyle...” cümlelerine benzer cümleler kurdu. Hepimiz Şafak’ı okurken onu daha derinden tanıma duygusunu yaşadı ve romanı bitirdiğimizde Oya’nın yaşadığı her şeyi biz de yaşamışçasına değişmiş bulduk kendimizi. Bugün bile bir çoğumuz romanda anlatılanları aynı heyecanla hatırlar ve “Şafak” sözcüğü, hepimize kitabın arka kapağındaki duru gözlerle bakan sade insan yüzünün fotoğrafını hatırlatır. Onu en iyi anlatan yazıların sahibi Murat Belge’ye göre Sevgi Soysal “ Bulduğu gerçeklere göre hayatını baştan sona yıkıp yeniden kuracak kadar dürüsttü. Taşıyabileceği her sorumluluğa aldı ve değerlerini buna göre düzenledi”. Oya, ön yargısız, her şeyin özüne dokunarak, yeryüzüyle, insanlarla özgür ve gözü pek ilişkiler kurarak, tüm canlılarla yenilenerek yaşamanın adıdır ve bize Sevgi Soysal’dan kalan da budur.
Bizim kuşak, 1970’lerdeki acımasız kıyımı ve o dönemin insanlarını onun hepimizin içine işleyen “Yıldım Bölge Kadınlar Koğuşu” kitabıyla öğrendi. Kızıldere katliamını Saffet Alp’ın karısı Nazan’la yaşayan ve acının bir koğuşta an be an nasıl çoğalıp patlama noktasına geldiğini anlatan da oydu: “ Haberler dinleniyor soluk alınmadan. Kızıldere’dekilerin imha edildiklerini, böylece öğreniyoruz. TRT spikeri, o güzelim sesiyle, tane tane okuyor ölülerin adlarını. Saffet Alp’in de adı okunuyor. Nazan’ın çığlığı bin parçaya bölüyor sessizliği. Onu ranzasına yatırıyoruz, üç kişi. Yüzüne tokatlar atıyoruz. Her şey faydasız....”. O günlerden kalan ve hepimizin koruması gereken “sizi asla affetmeyeceğiz” duygusunu o gecenin sabahında Mahirlerin paramparça bedenlerini gösteren gazeteler koğuş kapısının altından atıldığında hisseden ve aktaran da oydu.
Her insan bazı insanları içinde taşıyarak büyür, gelişir; o insanlara bakarak yaşamını düzenler, onları hak etmek ister. Sevgi Soysal böyle insanlardan biridir ve onun ışığını hissederek yaşamak, ondan olmak bizim için bir yaşam borcudur.