Bir üniversite hastanesinde öğretim üyesi olarak çalışmak, öğrenci ve asistan yetiştirmenin zenginleştirici, yenileyici eğitim ortamını paylaşmanın yanı sıra, bir çok hekimle sürekli etkileşim içinde olma ve vakaları en son gören hekim olarak hastaların daha önceki aşamalarda başına gelenleri öğrenme imkanı sağlar. Ben de her sabah çocuk kliniğine yatan hastaları konuştuğumuz toplantıda ya da poliklinikte asistanlarımla hasta görürken, bize gelen çocukların doğru tanı alıncaya kadarki serüvenlerini üzüntü ve bazen öfkelenerek dinlerim ve çoğu zaman üzerinde yeterince durulmasa da sağlık hizmetleri ile ilgili en önemli sorunun “Şehir Hastaneleri” ile çözülmeye çalışıldığı söylenen “nitelikli yatak” vs. olmadığını, esas sorunun yüzeysel hekimlik olduğunu düşünürüm.
Aslında geçen haftalarda gündem olan ABD’den sonra dünyada en çok MR çektiren ülke olmamızın da tamamen yüzeysel hekimlikle ilgili olduğunu, sağlık hizmetlerinde insana ve eğitime yeterince değer vermeden çok hızlı büyümeye odaklanan politikaların bunun sorumlusu olduğunu söyleyebiliriz. Benzer şekilde yine geçen hafta aile hekimlerinin yüksek katılımlı grevinin gerisinde de hekimliğin temelindeki mesleğini iyi yapmayı ve bundan mutlu olmayı önemsemeyen, bunun yerine çalışanları para ve performans enstrümanları ile yöneteceğini sanan zihniyetin yattığını da ekleyebilir. Bu iki sonucun, yani MR sayısında birinci olmakla hekimliğin sıradan bir teknisyenlik haline gelmesinin kısırdöngü oluşturduğunu ise sanırım söylemeye bile gerek yok.
Yüzeysel hekimlik krizi...
Ülkemizde son 10-12 yılda sağlık hizmetleri alt yapısında ve sağlığa ulaşmada çok önemli ilerlemeler olduğunu, bir açıdan bakıldığında övünülesi bir ilerleme dönemi yaşandığını ve bunun da gerçekten “memnuniyet” araştırmalarına yansıdığını teslim etmeliyiz. Ülkemiz sağlık güvencesi bakımından cömert sayılabilecek bir sisteme sahip, özellikle de 18 yaş altındaki nüfusa, yani çocuklara, ailelerinin durumuna bakılmaksızın otomatik sağlık güvencesi sağlanması çok önemli bir ilerleme. Diğer taraftan sağlık hizmetlerinin sosyal boyutu, özellikle de yaşlılara ve özürlülere yapılan destekler de olumlu uygulamalar. Öte yandan ise, yine bu dönemde sağlık hizmetlerine kolay ulaşılması ( hekime başvuru sayısı yılda 3,2’den 8,2’ye çıktı) ve sevk zinciri olmaması her basamakta yığılmalara ve her basamaktaki hekimin günde 150’den fazla hasta bakmasına, dolayısıyla bir kaç dakikada hasta bakılmasına yol açtı. Bunun en doğrudan sonucu hekimlerin hastayı etraflıca değerlendirmeden, çok tetkik isteyerek ve çoğu zaman da tetkikleri laboratuvar kağıdında “bold” (yani anormal) işaretine göre yorumlayarak hasta bakmalarıdır. Bu şekilde hekimlik yapıldığında, hastanın söylediği yakınmanın nedenleri aranmadan kısa yoldan halledilmesi (çok sık antibiyotik vb. ilaç yazılması) ya da sevk edilmesi yoluna gidilmektedir.
Bizim çocuk kliniğine yatırılmak üzere gelen hastaların doğru tanı alıncaya kadar en az 4 yer dolaştığını ve genel olarak hekimlerin hastaları dinlemeden, yeterince değerlendirmeden yüzeysel tanılar koyduklarını görüyoruz. Bunun diğer yüzünde ise dikkatli muayenenin yerinin MR tetkikinin alması ve bilinçsizce istenen tetkiklerin ise hastaya bir yararının olmaması yer almaktadır. Radyoloji biliminin emekçilerinden Hacettepe Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Okhan Akhan bu durumu “ Çok tetkik hiç tetkik demektir. Bu hastalara, zaman ve para kaybettirmektedir. MR tetkiklerinin doğru protokollerine uyulmaması nedeniyle yapılan tetkiklerin kalitesi çok düşük olmakta ve hastalıkların tanısı tetkik yapıldığı halde konulamamaktadır” sözleri ile anlatmaktadır.
Hastaların, ailelerin ve
hekimlerin sorunları ortak!
Tetkik sayılarında artma yalnızca MR için değil, bütün tetkik kalemleri için geçerlidir. Haftada 40-50 civarında çocuk endokrin hastası gören bir hekim olarak bana gönderilen hastaların en az yarısının gereksiz istenen ve hatalı yapılan ya da yorumlanan tetkiklerle ilgili olduğunu söyleyebilirim. Bazen önce bu tetkikleri hemen yorumlayıp aileyi rahatlatma ve sonra çocukları muayene etme yolunu seçiyorum çünkü ailelerin söylenen abartılı yorumlardan uykusuz geceler geçirerek bana geldiklerini biliyorum. Kendi çalıştığım alanda yüzeysel hekimliğin bütün etkilerini görüyorum ve bunun gereksiz tetkik yanında esas, erken ergenlik ya da tiroid fonksiyonlarının yorumlanmasında sıklıkla yapıldığı gibi normal durumların hastalık olarak nitelenip gereksiz tedavilere neden olmasından derin bir üzüntü duyuyorum. Gereksiz tetkik ve tedaviler ise öncelikle ailelerin ruh sağlığını olumsuz etkiliyor sonra da sağlık harcamalarının artmasına neden oluyor. Hiç kuşku yok ki benim yüzeysel hekimlik diye nitelediğim durumdan bol kazanç elde eden bir çok kesim var ve zaten sistem onların çıkarlarının yerinde olması sayesinde dönüyor.
Öte yandan hekimler de yüzeysel hekimliğin en az hastalar kadar kurbanı durumundalar; çünkü çocukluklarından beri tutkuyla istedikleri mesleğin bu olmadığını düşünüp hayal kırıklığı ile yollarına devam ediyorlar. Günümüzde büyük kentlerdeki az sayıda çok iyi merkezlerde çok kazanan hekim dışında, tıp fakültesi öğretim üyelerinin de içinde olduğu çok büyük bir hekim grubunun mesleki memnuniyetsizlik içinde olduğunu, geçenlerde bizim klinikten istifa eden bir asistanın ifadesi ile yersiz talepler ile üzerlerine gelen kızgın hasta sahiplerinin tutumlarından bunaldıklarını ve mesleklerine yabancılaştıklarını söyleyebiliriz.
Esas sorun tıp eğitiminin ihmal edilmesi..
Hekimlikteki yüzeyselliğin gerisinde ise tıp eğitimine ve sonrasında uzmanlık eğitimine kendine özgü değerini vermeyen politikalar yatıyor. Geçenlerde bizim fakültede bir konferans veren Hacettepe Tıp Fakültesi’nin ilk mezunlarından, iki dönem dekanlık da yapan ve hem ülkemizdeki hem de dünyadaki tıp eğitimini yakından bilen Prof. Dr. İskender Sayek, ülkemizdeki tıp fakültesi sayısındaki artış kadar fakültelere alınan öğrenci sayılarındaki artıştan derin bir endişe duyduğunu söyledi. Gerçekten de ülkemiz, 90’ı aşkın (son yıllarda özel üniversiteler de hızla tıp fakültesi açıyor) tıp fakültesi sayısı ile de MR gibi başka bir olumsuz rekorun sahibi sayılabilir ama bu gidişin tıp eğitimini ağır derecede zayıflattığını hepimiz görüyoruz. O kadar ki kalabalık sınıflar nedeniyle bırakın amfi derslerindeki zorlukları ya da stajlarda öğrencilerin hasta odalarına sığmamasını artık tıp eğitiminin en önemli dönemi olan intörnlük döneminde bile öğrenci sayısını fazlalığı nedeniyle günlerini boş geçiren çok sayıda intörn sorunu ile karşı karşıyayız. Bir an hava ulaşımını düşünerek akıl yürütürsek aslında çok sayıda modern uçak alarak hava ulaşımında çok iyi seviyeye gelme telaşı eğer pilot eğitimindeki titizlik korunmadığında nasıl bir süre sonra trajedilere yol açarsa aslında tıp eğitiminde de aynı durumun olduğunu söyleyebiliriz. Bir uçak düştüğünde bu her zaman dramatik bir etkiye neden olur ama her gün kaç hastanın kötü tıp ve uzmanlık eğitimi nedeniyle zarar gördüğünü ve kaç ailenin bundan acı duyduğunu bilmek pek mümkün değil. Aslında tıp eğitiminin bu derece olumsuz gidişine göz yummakla pilot eğitimindeki titizlikten vaz geçmek arasında bir fark yok. Neyse ki hekimlik meslekten gelen “otokontrol” mekanizmalarına ve eski yılların birikimlerine dayanarak bu zor dönemi büyük “olaylar” olmadan atlatıyor ama bunun ne pahasına olduğunu çevrenizdeki herhangi bir hekimle konuşarak anlayabilirsiniz.
Sonuç olarak aslında 25 yıl % 70 doluluk garantisi verilerek yapılan “Şehir Hastaneleri” modelinde olduğu gibi sistem, tamamen hasta sayısının ve buna bağlı olarak bütün sayıların artmasına bağlı olarak kurgulanmış durumda. Bu tüketime dönük sağlık modeli, belki istikrarlı bir ekonomik büyüme ile sürdürülebilir ama bu arada ülke kaynaklarının MR sayısında olduğu gibi uluslararası sağlık şirketlerine aktarıldığını, tıp alanındaki eğitimin ve emeğin giderek değersizleşmesi pahasına olan bu büyümenin seçilecek tek model olmadığını söyleyebiliriz. Dileriz bu yoldan bir ekonomik kriz beklemeden dönülür ve yüzeysel hekimlik krizi, eski kuşağın birikimleri tükenince, uçakların pilotaj hatalarından arka arkaya düşmeleri gibi üzücü sonuçlara yol açmaz.
Okuma Önerisi
İnsancıl Bir Tıp İçin