Bugünlerde hepimiz üzgünüz, çoğu zaman kendimizi çaresiz hissediyoruz ama oynanan oyunları görüyoruz. Ben ise bir çok şey yanında esas sorunun herkesi düşman olarak yaftalamaktan kaynaklandığını, herkesi düşman olarak yaftalayanların ise aslında kendilerinin herkese düşman olduğunu düşünüyorum. Oysa daha önce yazdığımız gibi her insan bir "ruh". Yani kadın, erkek, çocuk, erişkin, Türk, Kürt olmadan önce bir ruh. Bir çok yazan/çizen gibi benim de içimden yazmak gelmiyordu ama Osmanlıların kuruluş coğrafyasında (Domaniç) doğmuş bir “ruh” olarak naif olduğunu bilsem de bazı düşüncelerimi yine de yazmak istedim.
Politik dilin egemenliği
Son günlerde artarak süren ve düşmanlık duygularını körükleyen konuşmalara bakarsak aslında esas terk edilmesi gerekenin, yaşamın her yanını işgal eden, ülkemizi şiddet dolu boğucu bir atmosferin egemenliğine sokan, her iki taraftaki ölüm ve acıları konuşmalarına “malzeme yapan” şu bildik “politik dil” olduğunu söylememiz gerekiyor. Bütün insanlar gibi politikacıların da beyinleri var ve ne yazık ki gündelik politikaya yön veren bu insanların hemen hepsinin kendileri dışında kimseye yer bırakmayan, bu yüzden de herkesle çatışmaya hazır “şişik” egolarının etkisi altında ülkemiz. Ortak aklın kaybolduğunu Beşir Atalay gibi serinkanlı politikacılar da dile getiriyor zaten. Ben giderek bir çok konuşmanın gerçeği aramayı amaçlayan, serinkanlı, kapsayıcı ve düzeltici düşüncelerin söylenmesi amacıyla değil, bas baya temel özelliği dayatma ve “manipülasyon” olan “narsistik” tepinme ritüelleri taşıdığını görüyor ve bundan derin bir üzüntü duyuyorum. Bu yüzden şu son zamanlardaki tartışmalara başka bir dille konuşacak insanların, örneğin serinkanlı sosyologların, iyi şairlerin, hümanist felsefecilerin ve neden olmasın, Güney Afrika’da gerçeğin ve uzlaşmanın sembolü haline gelen Desmond Tutu gibi din adamlarının var güçleriyle katılmasını dört gözle bekliyorum. Yani aslında bizi, Nuh tufanı sonrası Tanrı tarafından “ dilleri karıştırılarak” birbirlerini anlamaz hale gelme cezası verilerek “..biri harç istediğinde, diğeri ona tuğla verdi, öfkelenen diğeri tuğlayı ortağına fırlatıp öldürdü” halinden kurtaracak, bir taraftan yaralarımıza merhem olurken, öte taraftan barışı kuracak bir dile ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum
Kohezyon ihtiyacı
İşte böyle bir dile giriş olarak ya da ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için aslında bu topraklarda yaşayan bütün insanların “üniter devlet”, “federasyon”, “bağımsızlık”, “özerklik” vs. değil bir “kohezyon”a ihtiyacı olduğunu önermek istiyorum. Bilindiği gibi kohezyon, kimya ile ilgili bir terim ve Latince (cohaerere) bir arada bulunma anlamına geliyor. Kimya kitaplarında ise kohezyon, katı ve sıvı maddelerin moleküllerinde pozitif ve yükler arasında oluşan bağlar olarak tanımlanıyor ve bağların ömrünün saniyenin trilyonda biri kadar olduğu; ancak komşu moleküller arasında sürekli yeni bağ kurularak bileşiklerin bir arada tutulduğu anlatılıyor. İnsan bazı sözcükleri anlamlarından çok esinlendirdikleri nedeniyle sever; daha önce Yıldırım Türker’in bize hatırlattığı “serendipity” ( aramazken bulunan, mutlu tesadüf) sözcüğünün yanına koyup seviyorum bu sözcüğü. Şimdi sevinerek öğreniyorum ki “Kohezyon” toplumbilimde de kullanılıyor ve bir topluluğun üyelerinin o topluluğa bağlılığı ve kendi aralarındaki uyumunu ifade ediyormuş.
Yani aslında bu sözcük bir arada yaşamayı entegrasyondan daha güçlü ve otantik bir şekilde anlatıyor, duyumsattırıyor. O zaman bir an ve naif olacağını bile bile “Anadolu’da Kohezyon” başlıklı bir toplantı düzenlesek diye önermek ve bu toplantıda bu coğrafyada yaşayan bilim adamlarının, şairlerin, sosyologların, felsefecilerin temsilcileri bize çözülmeye yüz tutan bağlarımızı onaracak bildiriler sunsalar ve toplantının sonunda da biraz da ezber bozmak için “ Anadolu Kohezyon İnsiyatifi” isimli bir grup kursak diyorum. Yani elimize taşlar yerine mesela Mevlana’nın sözlerini alsak, onları “fırlatsak” birbirimize. Yani bu dünyanın bütün sırrının tek yumurta ikizleri hariç hiçbir insanın birbirine benzememesi olduğunu, yaşamdaki çekiciliğin ve mutluluğun bununla ilgili olduğunu, mesela asimilasyonun aslında farklılıkların yok edilmesi demek olduğunu ve bu nedenle imkansız olduğunu hatırlasak yeniden. Mesela hepimiz şu sıralar yurtsever olduğundan kimsenin kuşku duymayacağı İlter Türkmen’in 5 yıl önce söylediklerine (Cumhuriyet’in en büyük başarısızlığı Kürt meselesidir. Çünkü ilk başta asimilasyon politikası gütmek istedi, o zaman için doğruydu ama onu da beceremedi. Asimilasyon okulla olur. Fransızlar öyle yaptı ve çok başarılı oldu. Devlet, Kürtlere ve özellikle de kızlara her şeyden önce Türkçe öğretecekti, öğretmedi. Kürt kadınları hâlâ Türkçe konuşamıyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir bir toplantıda güzel söyledi. “Annelerimize Türkçe öğretselerdi, bu mesele bitmişti” dedi. Genelkurmay Başkanı geçenlerde bir Kürt kadınla konuşmak için tercüman kullandı. Bu başarısızlık değilse, nedir o zaman başarısızlık? Artık asimilasyon politikası uygulanamaz. Kimliklerinin farkına vardılar, o dönem bitti. Şimdi entegrasyon politikasını uygulama dönemi. Kimliklerini tanıyacaksınız, başka çare yok. Taş atan çocuklara da öyle cezalar vermeyeceksiniz) kulak versek ve zulüm yapmanın en çok yapanların ruhlarını sakatladığını birbirimize söylesek diyorum.
“Ubuntu”
İtiraf etmeliyim ki aslında ben şu sıralar “Kohezyon” u bozacak dinamiklerin güç kazanmasından, hem uzun yıllar içinde başarısız olduğu kanıtlanmış güvenlikçi politikalara geri dönülmesi ve Cizre örneğinde olduğunu gibi bu yöntemin yol açtığı yıkımlar hem de PKK’nın bomba yüklü araçlarla yaptığı acımasız katliamlar nedeniyle bağlarımızın kopmasından ve Kürtleri derinden etkileyebilecek dışlanmışlık ve yalnızlaşma sürecinden endişe duyuyorum. Bir tür komşularının, dostlarının, kardeşlerinin, çocuklarının zor durumda olmasından duyulan endişeye benzer bir duygu bu. Kürtler için tarihsel olarak en büyük imkanın Türklerle komşuluk olduğunu, yani nasıl iyi komşular birbirlerinin dertlerine deva olurlarsa aslında uzun bir zaman böyle bir yaşam sürmenin, bu topraklardaki oluşan “Kohezyon” un onlara ve tabi bize de iyi geldiğini düşünüyorum.
Tam bu noktada Güney Afrika kökenli “Ubuntu” felsefesi (insanın diğerlerine açık olması, ancak diğer insanlarla birlikte insan olması) ile insanlara seslenen ya da Mevlana’yı izleyerek kapıyı çaldığımızda “kimsin” sorusuna “senim” cevabı verecek, dost bir komşuluğu seslendiren, silah ve şiddet dayatmasını kesin olarak ret eden ve Anadolu’da oluşmuş “Kohezyon”a sahip çıkmayı her şeyin önüne koyan Kürtlerin samimi sesine her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Geçen hafta içinde İdil’de Leyla Zana’nın yaptığı konuşmanın tam da bunu dillendirdiğini düşünebiliriz ve onun çığlığına Ayşe Kulin gibi karşılık verebiliriz.
Bir kaç yıl önce yayınlanan “Kelimeler Şehri” kitabından Alberto Manguel’in sözlerini ödünç alarak söyleyecek olursak “ ..birbirinden farklı kişiliklerimizi ve birbirinden farklı sözlerimizi ortak ama sınırlandırılmış bir dilin çatısı altında bir araya getirmek yerine, bu farklılıkları birbirine örerek Babil’in lanetini çok dilliliğin lütfuna çevirmemiz mümkün olabilir. Kafka’nın nihayete erdirmeden arzu etmeyi, tırmanmadan inşa etmeyi, yani bilgiyi dışlayıcı bir biçimde sahip olmayı arzulamadan bilmeyi tavsiye eden sözlerini izlememiz bize yardımcı olabilir. Ben, hala bu tür şeylere muktedir olduğumuz kanaatindeyim”. Belki de bu sel gidince kalan kumla kalıcı bir barış kurabiliriz. Belki bütün bu aşırılıklar/boğazlaşmalar bir yüzleşme sağlar. Bunu dileyelim ve bunun için dua edelim.