İnsan, kendine yollar açarak ilerliyor. Yollar açabilmesi için ise önce bir tür tomurcuklanır gibi içinde hayaller diyebileceğimiz duygu/düşüncelerin belirmesi, bunların başkalarında yankılanması, doğrulanması gerekiyor. Sonra da işte bir tür zeka diye tanımlanan ama insanın kendini gerçekleştirme kapasitesi diyebileceğimiz imkanlarla geleceğe tutunuyoruz ve kendimize bir yaşam yapıyoruz. Belli duraklarda tercihlerde bulunuyoruz, bazen birilerinin elini tutuyoruz; onların yardımı ile ivmeleniyoruz ya da mutlu olup bir yükselme hissi ile doluyoruz. Kendi yaşamıma geri dönüp baktığımda hayal kurmaya, kendimi gerçekleştirmek için harekete geçmeye ilk olarak, köyümüzün en güzel yerine, bahçelere ve köyün yakınından geçen derelere bakan ilkokulda başladığımı görüyorum. İlkokul 2’den itibaren parmak kaldıran çocuğun öğretmenlerince desteklenmesi, fark edilmesi duygusunu hala hissediyorum. Sonra 3,4 ve 5’inci sınıfların yan yana aynı odada okuduğu ilkokulda üst sınıfların derslerine ilgi duyma ile okulun bayırından aşağı inip bahçelerde çiçek açan ağaçlar arasında bağ kuran bir çocukluk hatırlıyorum. Şimdi artık birçok köyde olmayan ilkokulun sınıflarının kara tahtalarının üzerinde Atatürk’ün hayatını anlatan çizgi öykülerden esinlendiğimi, birçok çocuk gibi kendi içindeki “Atatürk”ü aramaya, bulmaya çalıştığımı, bundan heyecanlandığımı; anamın şefkati ile daha sonraları Mustafa Üstündağ’ın akrabası mı diye düşündüğüm Konyalı Kemal Üstündağ isimli öğretmenin ilerletici etkisi arasında bocaladığımı da unutmuyorum.
Bir çocuğun benim gibi karlı kış günlerinde ilçedeki ortaokula her gün gitme, derslere geç kalmama azmi gibi bir iç güçle geleceğe doğru ilerlemesinin şu dünyadaki en güzel, en anlamlı yolculuk olduğunu ve insanlara biraz böyle bakmak gerektiğini düşünüyorum. Buraya kadar anlattığım ve insanı ruhunda önemli arızalar bırakmadan ileriye taşıyan, her insanı bir umut ve etkilenme imkanı olarak gören kapasiteye insanın “kullanım değeri” diyebiliriz belki.
Hatırlayacak olursak, Marx nesnelerin ne işe yaradığını anlatan değere “kullanım değeri”, onların pazarda kazandığı değere ise “değişim değeri” der. Benim ta Nikitin’in “ Ekonomi Politik” kitaplarından aklımda en çok kalan bilgilerden birisi kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki farktır. Yani kapitalizmin aslında değişim değerini kullanım değerinden kopardığını ve böylece de bir tür “yabancılaşmaya” kapı açtığını anlatır Marx. Şimdi bu kavramlara eski yıllardaki kadar hakim değilim ama çevremde değişim değeri, kullanım değerinin kat be kat üstünde olan insanlar gördükçe yeniden heyecanla ve her şeyi çözüyormuş duygusu ile okuduğum Nikitin benzeri yazarların kitaplarını hatırlıyorum. Sorun şurada; kentlerde ve belli çevrelerde sürekli değişim değerini kollayan, bunu yaparken zaman zaman gözlerinde “şimşekler” çakan, ruhundaki huzursuzluğu, başkalarına yansıtan insanlar mutluluk kavramının aslında kullanım değeri ile ilgili olduğunun farkında değiller.
Yani aslında çiçekler gibi tomurcuk vermedikçe; öyle görünmenin hücrelerde bir mutluluk akışı sağlamadığını; öyle çok güzel giysiler içinde “şişik” egolar ve naylon kişilikler olarak dolaşmanın aslında koyu bir yalnızlık demek olduğunu unutuyorlar. Amacım, naifliğe, sadeliğe, iyiliğe başka bir kavramla yaklaşmak değil; esas olarak insanın kullanım değerine yaslanması gerektiğini, onu bunu bugünlerde çoğunlukla “politik ilişkilerle” devşirilmiş “değişim değeri” ile geriletmeye kalkmanın boşunalığını anlatmak istiyorum.
Yani aslında çocukluğu papatya tarlalarında geçen, dere boylarındaki kavak ağaçlarında salyangozları gözleyerek büyüyen; sonra işte kendine açtığı yollarla büyük kentlerde kendini içtenlikle gerçekleştirme imkanları arayan birisi olarak Edip Cansever dizeleri ile seslenmek istiyorum bazen. Yani aslında insan olmanın “kullanım değeri”ne yaslanmam demek olduğunu söylemek istiyorum.
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da”.