21 Mart 2016

Bir Gandhi’ye ihtiyacımız var!

Hayatımız, insanı politikanın mekanik bir aracı haline getiren kara bir zamanın egemenliğine girdi

Sanırım bugünlerde bir çok insan, bir taraftan masumları hedef alan terör eylemlerinin endişesi ile gündelik yaşamlarındaki,  kendi ve daha çok da çocuklarının geleceklerindeki zorlukları, daralmayı, sıkışmayı hisseder ve düşünürken öte yandan giderek bir halkı ezerek boyun eğdirmeye dönüşen şiddet konseptinden dolayı da derin bir kaygı içinde. Hayatımız, insanı politikanın mekanik bir aracı haline getiren-bunun en etkileyici örneği; canlı bomba olan genç insanlar- kara bir zamanın egemenliğine girdi. Daha çok öldürmeyi, öldürürken aşağılamayı ya da bazı gözlemcilerin bir halkın perişan olması olarak yorumladığı “hendeklerde” sayılamayacak kadar genç insanın ölümünü normalleştiren, kutsayan bir zaman bu. Politik maksimalistler, bir taraftan hepimizi siyah beyaz karşıtlığında ikiye bölerek kendi özgünlüğümüzden uzaklaşmaya zorlarken, öte yandan tarihi de kendi senaryoları için şiddetle rayından çıkarmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de mutlak hakikat dili ile konuşarak (bağırarak demek daha doğru), tek doğrunun kendileri olduğunu öldürerek, nefret ve kini körükleyerek kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bir tür  tarihin ülkemiz açısından negatif rotada hızlandığını söyleyebiliriz.

Tarih, örgütlü grupların “zorun rolüne” övgüler düzerek ya da devletlerin toplumların/sınıfların/cinsiyetlerin haklarını ağır baskılarla yok sayarak yarattıkları felaketlerin öyküleri ile dolu. Belki naif bir örnek olması açısından geçenlerde “Diren” ismi ile gösterilen filmde anlatılan, bu yüzyılın başında İngiltere’de kadınlara oy hakkını vermemek için o zamanki hükümetin yaptıklarını hatırlayabiliriz. Bugünden bakıldığında çok doğal bir hakkın kazanılması için İngiltere’deki kadınların “militanca” mücadele etmek zorunda kalması ve bunu engellemek için İngiliz devlet aygıtın başvurduğu “kötülük” senaryoları saçma gelebilir insana. Ama işte, ülkemizde de “anadilde eğitimi” dile getirmenin neredeyse vatan hainliği sayıldığı günlere geri dönmemiz de benzer bir körleşmeyi göstermiyor mu?

 

Türkan Elçi’nin acı ve umut dolu cümleleri

 

Ruhumuz gibi düşüncelerimiz de dağınık ama şunu görebiliyoruz: Özgür bir toplumu hedeflemeden, insanların sorunlarını olduğu gibi anlamadan ve çözmeye çalışmadan, insanların ve toplumların kimliklerine/benliklerine samimi bir saygı duymadan ilerleyemeyiz. Benzer şekilde içinden çıktıkları toplumların haklarını insan öldürerek, masumların öldüğü kitle katliamları yaparak savunduklarını sananlar da başka bir uçta ağır bir insanlık suçu işlemekte. Böyle bir dönemde barışı seslendirmek ne anlama gelir diye düşünürken buluyor insan kendisini. Yani tarihin “boğazlaşmaya” doğru itildiği bir zamanda “barışı savunmak” için ne yapmalı? Yine naif olduğunu bile bile, bu soruyu “Gandhi” gibi  şiddetin tümüyle ve çekincesizce karşısında durarak, politik amaçlar için insan öldürmenin tam karşısında yer alarak, bir tür “pasifizmi” savunarak barıştan yana olabiliriz diye cevaplamak istiyorum. Yani aslında tarihin bu aşamasında ülkemizin gelişmişlik düzeyinin “Kürt sorununu” çözmeye uygun olmadığını kabul ederek, bir tür tarihin “pause” düğmesine basarak, geri dönülmez bir boğazlaşma senaryosunu boşa çıkarmaya odaklanmak için “Gandhi” felsefesinden başka çıkar yolumuz yok demek istiyorum. Bu önerinin/düşüncenin gerçekçi olmadığını da biliyorum ama en azından bunun her ne pahasına olursa olsun denenmesinin doğru olacağını, aslında geçen aylarda Leyla Zana’nın “ölüm orucu”na yatacağını söylediği konuşmasında bunun izlerinin olduğunu düşünüyorum. Bunu kim yapar? Nasıl yapar? Kürtlerin içinden bir Gandhi çıkar mı? Bilmiyorum ama bu cümlelerimi Tahir Elçi’nin ateşi ile yanan Türkan Elçi’nin acı ve umut dolu cümlelerine eklemek istiyorum.


Prof. Dr. Şükrü Hatun
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Özer’in yürüyüşü

Ahmet Özer’in gözaltına alınış videolarını izledim. Polis arabasına doğru yılların dertlerini yüklenmiş birisi gibi, yere incitmeden basarak Ahmet Türk’e benzer şekilde yürümesi dikkatimi çekti hemen

Diyabetli çocuklar için Lizbon Bildirgesi

Dezavantajlı sosyal gruplardaki diyabetli çocukların ihtiyaçları daha fazla ama onlara sunulan imkanlar daha azdır ve dolayısıyla yıllar içinde ihtiyaçlar ile kaynaklar arasındaki fark artmaktadır

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e açık mektup: Diyabetli çocuklardan “üçüncü gözleri” olan sensörleri niçin esirgiyorsunuz?

SGK üzerinden ve SUT yoluyla sağlanacak sensör desteğiyle, olası komplikasyonlar önlenerek diyabet kontrolü sağlanacak, kalıcı organ hasarlarının önüne geçilecek, sağlık sistemi üzerindeki yük azaltılacak, ama en önemlisi olarak çocuklar güvenle uyuyabilecek ve ailelerin bakım yükü hafifletilecektir

"
"