Hekimler için yurtdışı kongreler, bilimsel yenilenme ve esinlenme imkanları sunduğu kadar, ülkemizden, içinde yaşadığımız çevreden kısa süre de olsa uzaklaşmaya, kendimize dışardan bakmaya imkan sağlar. Gerçi dünyada ve ülkemizde giderek esas amacından uzaklaşan bir “kongre turizmi”nden bahsetmek ve kongrelerin tıp profesyonellerinin hedonizmlerine cevap veren, “yeme içme gezme” programları ile dolu hale geldiğini söylemek mümkün ama yine de ülkemizdeki bilim ortamının en azından idamesinde kongrelerin hala çok önemli imkanlar olduğu da bir gerçek. Ben de geçen hafta (1-3 ekim 2015) her yıl yapılan Avrupa Çocuk Endokrinoloji Birliği Kongresi için Barselona’daydım. Kongreye ülkemizden 120 kadar hekimle birlikte Avrupa’nın ve dünyanın çeşitli ülkelerinden 3500 bilim insanı/hekim katılmıştı. Avrupa Çocuk Endokrinoloji Birliği, bir çok benzer kuruluş gibi misyon odaklı, şeffaf ve demokratik bir kuruluş. Ülkemizden de Prof. Dr. Feyza Darendeliler ve Prof. Dr. Abdullah Bereket’in aktif katkıda bulunduğu bu kuruluş, yalnızca Avrupa’daki değil Mağrip ülkeleri, Afrika ve Orta Asya ülkelerinde de çocuk endokrinoloji bilim alanının gelişmesi için çaba gösteriyor. Bizler de 3 gün boyunca kendi bilim alanımızdaki gelişmeleri anlatan konuşmaları dinledik ve vakit buldukça da Barselona’nın ruhunu hissetmeye çalıştık.
Barselona ve Katalanlar
Barselona’ya ilk kez 1998’de gitmiştim ve o zaman tesadüfen Eduardo Mendoza’nın “Mucizeler Kenti” kitabını okuyordum ve Barselona’ya bu kitabı bitirerek inmiştim. Barselona bir çok kişi gibi benim için de Franco tarafından acımasızca ezilen ikinci cumhuriyet İspanyası’nın direniş ile simgeleşen şehriydi. Bir de Alan Parsons Project’in La Sagrada Familia isimli dinler dinlemez etkilendiğim “Sagrada Familia / Gece bitti, bekleyiş sona erdi / Sagrada Familia / Yeryüzü boyunca barış var artık…” sözleri ile başlayan şarkısını biliyordum. Bu ilk ziyarette Antoni Gaudi’nin şehre ruhunu veren kişi olduğunu, Barcelona için esas mucizenin bu şekilde yenilikçi bir sanatçı ile özdeşleşmek olduğunu hissetmiştim. Daha sonra Barcelona’da doğan ve annesini 17 Mart 1938’de Franco yanlılarının hava saldırından kaybeden ve hayatını “gönüllü bir yurtsuz” olarak tamamlayan Juan Goytisolo’nun yazılarından Gaudi’nin “ Keşişlerin yaşamına yakınlık duyduğunu, Kapadokya’yı hiç görmemesine rağmen tümüyle geometrik ve işlevsel yapılar yerine jeolojik hatta organik yapıları benimsediğini, onun yapıtının yaratılışın alçakgönüllü bir uzantısı olduğunu, islamın fizik ve kültürel mekanının onu büyülediğini ve derin İspanya’yı mudejar’ın (İspanyol Müslümanları) bereketli melezliğinin gizli katmanları arasında bulduğunu..” öğrenecektim
Bu gidişim ise Katalanların bağımsızlık çabalarının damga vurduğu 27 Eylül 2015’de yapılan yerel seçimlerin hemen ertesine rast geldi ve birçok evi Berlin’de oynanan Barcelona-Juventus maçında Katalan taraftarların açtığı yıldızlı Katalan bayrağı süslüyordu. Bu bayrakları görür görmez aramızdaki konuşmalar Katanlar ile ülkemizde olan bitenler arasındaki benzerlikler ve farklılıklara geliyordu. Gerçekten de Barselona hakkındaki iyi yazılmış bir turist rehberine göz atarsanız ilk olarak “Yıllar boyu marjinal kalmış, hatta İspanyol yöneticiler tarafından açıkça bastırılmış olan Katalan kültürü, Barselona’daki fiziksel dönüşümle yeniden doğmuştur.... Franco’nun ölümünden sonra 1978’de çıkan Otonomi Yasası ile Katalonya önemli ölçüde özerklik kazandı...” satırlarını okursunuz. Öte yandan ise Bask bölgesinin tersine Katanların özerklik ve şimdilerde bağımsızlık için bu yüzyılda hiç silaha başvurmadıkları ve daha çok ekonomik/kültürel gelişme ile kendilerini öne çıkardıkları görülüyor. Hiç kuşku yok ki ülkemizde Kürtlerin yaşadıkları ve talepleri ile - Evren’in Franco’nun Katalancayı yasakladığı gibi Kürtçeyi yasakladığı hatırlanırsa – ile Katanların tarihi arasında büyük benzerlikler var ama esas insanı sorunların nasıl çözüleceği konusundaki bakış etkiliyor. Bir çok kez kendi aramızda konuştuğumuz üzere “farklılıkları zenginlik olarak görüp, önde tutmak, desteklemek yerine tehdit olarak görüp büyük bir endişe ile bastırmaya, yok etmeye çalışmak” hemen her zaman toplumsal huzursuzluğa neden oluyor ve bu ancak baskı ve şiddet politikaları ile sağlanabiliyor. Yine Goytisolo’nun Franco dönemini anlattığı cümlelerle söylersek “ Kayıtsız şartsız boyun eğmesi istenen, sonu gelmez bir yasal kısıtlılığa mahkum edilen ve yaratıcı çıkışlara yönelemeyen toplum bir süre sonra nevroza, hoşnutsuzluğa, saldırganlığa itiliyor”. İnsan oralarda dolaşırken Katalanlara verilen hakların Kürtlere verilmesinin ne sakıncası var diye düşünüyor ama bunun mümkün olması için uzun yıllara ihtiyaç olduğunu, ülke ve toplum olarak sorunlarımızı şiddet olmadan çözme olgunluğuna henüz erişemediğimiz gerçeğini görüp üzülüyor.
Avrupa Bilim Dünyası’nda yer edinmek ve Doç. Dr. Tülay Güran’ın başarısı
Bu netameli konuları bir kenara bırakıp kongre ve bilim konusuna geri dönersek öncelikle ülkemizde tıp biliminin son yıllardaki önemli bazı zorluklara rağmen gelişmişini sürdürdüğünü ve gerek klinik hizmetler gerekse yayınlar bakımından ön sıralarda yer aldığını söylemememiz gerekiyor. Örneğin ülkemizden en çok yayın yapılan alanlar arasında klinik tıp 132.612 rakamı ile mühendislik ( 31.237) ve kimya (29.551) alanlarının çok önünde bulunuyor. Rakamların ötesinde ise hepimiz katıldığımız yurt dışı kongrelerde özellikle moleküler genetik/biyoloji alanındaki devasa ilerlemeleri görüyor; ülkemizde ise hem “bilim eko sistemi” olmaması hem de gençleri arka arkaya zorunlu hizmet dönemleri ve çok hasta bakmaktan bitkin hale getiren politikalar nedeniyle batı bilimi ile aramızdaki mesafenin yakalanamaz düzeyde açılmasından üzüntü duyuyoruz. Bu kongrede ise bu üzüntümüz bir nebze olsun hafifledi çünkü Avrupa Çocuk Endokrinoloji Birliği Genç Araştırmacı Ödülünü ülkemizden (Marmara Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalından) Doç. Dr. Tülay Güran kazandı. Hepimiz onunla gurur duyduk ve hem onu hem de hocası Prof.Dr. Abdullah Bereket’i kutladık. Tülay, benim de gelişimini yakından izlediğim birisi; azim, emek ve bilime adanmışlıkla elde edilen başarılarının yanında 40 yaşından önce 3 çocuk annesi olması ile ayrıca sıra dışı bir enerjiyi temsil ediyor. Tülay, bir çok kişinin başvuru yaptığı, güçlü CV’lerin yarıştığı bir ödülü alarak ülkemiz bilimini çok iyi bir şekilde temsil ettiği gibi Mardin’den başlayan ve Birmingham Üniversitesi’nde Marie-Curie Araştırma Asistanı olarak devam eden yaşamı ile ülkemizdeki/bölgemizdeki kadınlar için de esinleyici oldu. Bir çok cesaret tanımı vardır ama benim en sevdiğim tanım “ cesaretin umutsuzluğa ve/veya zorluklara rağmen ilerleyebilme yetisi” olduğudur. Tülay da tam olarak böyle bir cesareti temsil ediyor ve hepimize ülkemiz bilimini ilerletmek için var gücümüzle çalışmaya devam etmemiz için örnek oluyor.
Barselona’dan ülkemize dönüşte “Bizim ülkemiz böyle bir yer mi?” diye düşündüren görüntülerle karşılaşmış olsak da bizler Tülay’ın alçakgönüllü yaşamından derlediğimiz sevinçle mutlu olmaya ve hayat, ülkemiz ve dünya daha iyi olsun diye mücadele etmeye devam edeceğiz.