AB Komisyonu’nun en son İzleme Raporunda YSK nın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı kararı ile ilgili olarak, “kararın hukukilik ve YSK nın bağımsızlığı bakımlarından ciddi endişelere yol açtığı” belirtiliyor.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK)’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptali ve seçimin yenilenmesi kararının eleştirilecek çok yönü var. Seçmen iradesinin gaspı, seçme hakkının özünün ihlal edilmesi işin bir yönü. Anayasa ile seçim güvenliğini sağlamak için kurulmuş bir kurum olan YSK eliyle seçim güvenliğinin ortadan kaldırılması işin başka bir yönü. Böylesine keyfi bir kararla hukuk devletinin ayaklar altına alınması da daha başka bir yönü. Ama asıl sorulması gereken soru şu: Yargının bağımsız olmadığı bir ülkede, seçimlerin yargısal güvenceye kavuşturulması olanağı var mı?
Önümüzdeki 23 Haziran seçimlerinde, Ekrem İmamoğlu iktidar ve YSK engellerini aşıp İstanbul Belediye Başkanı olsa bile, YSK’nın 6 Mayıs tarihli kararının hukuk devleti, seçim güvencesi bakımından açtığı yara kapanmayacak, izlerini sürdürecek. Önümüzdeki seçimlerde YSK’nın iktidarın baskısıyla aynı keyfi tutumu benimsemeyeceğinin hiçbir güvencesi yok. Hatta, 23 Haziran seçimini İmamoğlu’nun kazanması durumunda, YSK’nın seçimi gene sudan bir nedenle iptal etmesi ve yenilenmesine karar vermesi olanak dışı değil.
Bizi bu sonuçlara götüren kararın kendisi. YSK’nın 6 Mayıs kararının en temel gerekçesi İstanbul Büyükşehir Belediye seçiminde sandık kurullarının oluşturulmasındaki eksikler.
2018 yılında, 298 sayılı Seçim Yasası’nın sandık kurullarına ilişkin 22. maddesinde değişiklik yapıldı. Yapılan bu değişiklikle, sandık kurulu başkanının kamu görevlisi olması gerekiyor. Önceki metinde böyle bir zorunluluk yoktu. YSK, 754 sandıkta sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olmadığını saptadı ve bu nedenle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptaline ve seçimin yenilenmesine karar verdi.
YSK’nın kararının hukuka aykırı bir nitelik taşımasının en temel nedenleri şunlar:
1. Seçim Sonucunu Etkileme İlkesi:
298 sayılı yasanın 130/2 maddesi gereğince, ileri sürülen itirazların YSK tarafından incelenmesi için “seçimin neticesine müessir” yani seçimin sonucunun etkileyen nitelikte olmaları gerekiyor. O nedenle, sandık kurulu başkanlarının devlet görevlisi olmadığı itirazının kabul edilmesi ve seçimin iptaline yol açması, bunun seçim sonuçlarını etkilediğinin somut bir biçimde kanıtlanmasına bağlı.
İtiraza konu olayın seçim sonucunu etkilediğini ispat yükü, itirazı yapana ait. 298 sayılı yasanın 112. ve 130. maddeleri bu konuda çok açık. 112. maddeye göre, “delil ve gerekçe gösteremeyenlerin itirazları incelenmez”. 130. madde ise, itiraz dilekçesine “delillerin gösterilmesi ve belgelerin bağlanması”nı öngörüyor. YSK’ nın 6 Mayıs tarihli kararında sandık başkanlarının devlet görevlisi olmamasının seçim sonucunu nasıl etkilediği belli değil. İtiraz dilekçesinde bu konuda somut bir kanıt sunulmadığı gibi, kararda da bu konuda bir açıklık yok.
Kararda, “sandık kurulu başkanlarının kanun hükümlerine aykırı olarak görevlendirilmesi… seçim sonucuna müessir olay ve haller kapsamında görülmüş, bu nedenle seçimin iptali ve yenilenmesine karar verilmesi gerekmiştir” denmekte. Başka bir deyişle, YSK’nın 7 üyesi bir varsayımdan hareket etmekte. Buna göre, sandık kurulu başkanının devlet görevlisi olmaması otomatikman seçim sonucunu etkiler. Bu iki olay arasındaki illiyet bağını kanıtlamak gerekmez. Böyle bir varsayımla seçimin iptali hem 298 sayılı yasanın 112. ve 130. maddelerine, hem YSK’nın sayısız kararla yerleşmiş içtihadına, hem de Anayasa’nın 67. maddesinde düzenlenen seçme hakkına aykırı.
İtiraz dilekçesinde ve kararda seçim sonucunun nasıl etkilendiğinin somut olarak gösterilmesi gerekirdi. Örneğin, devlet görevlisi olmayan sandık başkanı, seçmenin iradesini etkileyecek davranışlarda mı bulunmuş? Böyle bir durum varsa bunun kanıtlarıyla ortaya konulması gerekirdi. Böyle bir kanıt olmadığı gibi tersine seçmenin iradesinin etkilenmediğini gösteren kanıtlar var. Örneğin, sandık başında bulunan AKP’li sandık kurulu üyeleri ve gözlemcilerinden hiçbir itiraz gelmemiş olması, muhalefet şerhi düşmemeleri, seçimin dürüstlüğünün etkilenmediğini göstermekte.
Kaldı ki, sandık kurulu başkanının seçimlerin sonucunu etkileyebilecek bir işlem yapma yetkisi de yok. YSK’nın sandık kurulu başkanlarının görev ve etkilerine ilişkin 138 sayılı genelgesinde, sandık kurulu başkanının tek başına yapabileceği işler, sandık alanında düzenin sağlanması, sandık kurulu üyeleri arasında işbölümü yapılması ve seçmenlere nasıl oy kullanacakları hakkında bilgi verilmesiyle sınırlı. Bunun dışında kalan seçim sonucuna etkili olabilecek işlemlere ilişkin bütün kararlar yedi kişilik sandık kurulu tarafından alınmakta ve birlikte tutanağa geçirilmekte.
2. Usul Kurallarının Seçmenin İradesini Sakatlayacak Biçimde Yorumlanamayacağı İlkesi
Seçim hukukunda ön görülen usul kurallarının amacı seçmenin iradesini korumak, seçmen iradesinin sandığa tam olarak yansımasını sağlamak.
YSK mühürsüz oy pusulalarının ve mühürsüz zarfların geçerli sayılmasına ilişkin olarak 2017 yılında verdiği kararda bu hususun altını çizer:
“Asıl olan temel bir hakkın (seçme hakkının) korunması olup, hakkın kullanılmasına ilişkin belirlenen usul kuralları hakkın güvenli bir şekilde kullanılmasını temin eden araç niteliğindedir… seçmene yüklenebilecek bir kusur olmamasına rağmen, anayasal hakkın kendisinden beklenen yükümlülüklere uygun olarak kullanan seçmenin oyunun geçerli sayılmamasının, yönetime katılma hakkının özünü ortadan kaldıracak bir sonuç yaratacağı açıktır”.
YSK bu kararını verdiğinde, 298 sayılı yasanın 101. maddesi, sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulalarının geçerli olmadığı yolunda bir hüküm içeriyordu. Yasanın bu açık hükmüne karşın, YSK’nın yorum yoluyla ters bir sonuca ulaşması çok eleştirilmişti. Oysa, devlet görevlisi olmayan sandık kurulu başkanının görev yaptığı sandıklarda kullanılan oyların geçersiz olacağına ilişkin yasada bir hüküm yok. Yasada açık hüküm bulunmasına karşın, usul kurallarının ihlalinin, hakkın özünü ortadan kaldırmak sonucunu doğurmayacağı görüşünde olan YSK’nın, 31 Mart seçiminde, yasada bir hüküm olmamasına karşın, devlet görevlisi olmayan sandık başkanı nedeniyle seçimi iptal etmesi yaman bir çelişki.
Bu çelişki YSK’nın karara olumlu oy veren yedi üyesini de rahatsız etmiş olacak ki, kararda, 2018 yılında 298. sayılı yasada yapılan değişiklikten sonra, sandık kurulu başkanlarının belirlenmesine ilişkin bir itirazın ilk kez bu seçimde YSK önüne geldiği, dolayısıyla YSK’nın emsal oluşturacak bir içtihadının bulunmadığı belirtilmekte. Bu çok biçimsel ve yanlış sonuçlara yol açacak bir yorum. 298 sayılı yasada yapılan değişiklik sandık kurulu başkanının belirlenmesine ilişkin. Ama yasada yer alan, ancak seçimin sonucunu etkileyen bir olay varsa itirazın inceleneceğini, bunun delil ve gerekçelerinin itiraz dilekçesinde gösterilmesi gerektiği gibi hususlar geçerliliğini korumakta. Aynı şekilde, yukarıda değinilen ve YSK içtihadını oluşturan ilkeler de geçerliliğini sürdürmekte.
Bu hususlardan da anlaşılacağı gibi, YSK’nın 6 Mayıs kararı hukuka açıkça aykırı olmanın da ötesinde, keyfi bir nitelik taşımakta. Siyasal iktidar da YSK kararının yetersizliği karşısında, 23 Haziran seçim kampanyasını karardaki unsurlarla değil, kararda bulunmayan “oylarımız çalındı” gibi gerçekle ilgisi olmayan, hiçbir somut veriye dayanmayan bir argümanla yürütmeyi yeğledi. Bu argümana inanmak için AKP’e körü körüne, büyük bir sadakatle bağlı olmak gerekiyor. Ancak bu argümanın etik bir sorun doğurduğu da gerçek.
Siyasal iktidar, YSK kararının zayıflığını örtmek için başka bir destek daha arıyor. İl ve ilçe seçim başkanları hakkında soruşturma yürütüyor. Soruşturma sonucunda, 31 Mart seçimlerinde AKP’e karşı bir komplo hazırlandığı ortaya çıkarsa hiç şaşırmamalı. Bu alıştığımız bir AKP yöntemi. İktidarın işine gelmeyen konular olunca, siyasal iktidara karşı planlanan bir komplo olduğu savı ileri sürülüyor. AKP’e oy vermeyen herkes de aslında bu komplonun bir parçası. Böyle bir soruşturmanın tamamen siyasal bir nitelik taşıdığı kuşkusuz. Sandık kurulu başkanlarının devlet görevlisi olmayan kişilerden seçilmesi, zorunluluklar karşısında, iyi niyetle ve AKP’liler de dahil bütün sandık kurulu üyelerinin onayıyla yapılan bir işlem. Burada suç unsuru aranması ancak siyasal amaçlarla açıklanabilir.
23 Haziran’a dek başka oyunların da piyasaya çıkması beklenebilir. Ancak YSK’nın 6 Mayıs kararı, Türkiye’de demokrasinin kalan son unsurunun, serbest ve dürüst seçimin de artık mevcut olmadığının göstergesi. Böylelikle, Türkiye’nin yönetildiği rejim hakkında kafalarda hala bazı soru işaretleri bulunuyorsa, YSK’nın kararıyla bu soru işaretleri de ortadan kalkmış oldu.