Emekli 104 amiralin açıklaması orantısız bir tepkiye yol açtı. 6 paragraflık bildirinin üç paragrafı Montrö Sözleşmesi'yle ilgili. Montrö Sözleşmesi'ni tartışma konusu yapacak her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerektiği görüşü ileri sürülüyor. Ondan sonraki iki paragraf, Deniz Kuvvetleri'nin karşılaştığı FETÖ saldırısına ayrılmış. FETÖ'ye karşı korunmak için anayasanın temel değerlerine ve Atatürk'ün çizdiği yola sarılmak gerektiği savunuluyor. Aksi halde, "Cumhuriyet'in bekası için en tehlikeli olayları yaşama riskinin" bulunduğu yani FETÖ'nün devleti ele geçirme tehdidiyle karşılaşabileceğimiz belirtiliyor.
Bunların hepsi FETÖ tehdidi bağlamında söyleniyor. Buna karşı ne yapmamız gerektiği konusunda görüş açıklanıyor. Bildiriyi nesnel bir gözle okuyan iyi niyetli birinin darbe yapılacağı sonucuna ulaşması olanaksız.
Ama iktidar kanadı öylesine bir "darbe" çığlığı kopardı ki, bu çığlıkla darbe toplumun gündemine girdi. İktidar bir darbe söylemi çıkarmasaydı, kimse bildirinin darbeyle ilgili olduğunu aklının ucundan geçirmeyecekti.
Ortada bir darbe sorunu olmadığı açık. Ama ciddi bir ifade özgürlüğü sorunu var. Asıl bunun üstünde durmak gerekir.
İfade özgürlüğü hakkı, bir temel insan hakkı. Ama belki de hak ve özgürlüklerin en önemlisi. İnsanların düşündüklerinin serbestçe, korkmadan açıklayabilmeleri demokratik bir toplumun temel direği. Gerçeğin ortaya çıkması için toplumda bir serbest tartışma ortamı bulunması gerekir. AİHM'in pek çok kararında belirttiği gibi, ifade özgürlüğü "sadece zararsız ve lehte olan düşünceleri değil, aynı zamanda devleti ya da toplumun bir bölümünü rahatsız edici, incitici, şok edici düşünceleri de korur. Demokratik bir toplumu oluşturan çoğulculuk, hoşgörülülük, açık fikirlilik bunu gerektirir". Özellikle kamuoyunu ilgilendiren konularda AİHM, ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını çok istisnai durumlarda kabul eder. Açıkça şiddete teşvik yoksa, ifade özgürlüğüne sınırlandırma getirilmemeli der. Düşüncenin serbestçe ifade edilmesi, içeriğinden daha önemlidir.
AİHM, Stankov/Bulgaristan kararında (2001) şöyle der: "Demokrasinin temeli, sorunları açık bir tartışma ile çözümleme kapasitesine sahip olmasıdır. İleri sürülen görüşler otorite için kabul edilmez ya da yapılan talepler gayrimeşru olsa bile, şiddete teşvik olmadıkça ifade özgürlüğünü bastıran önlemlere başvurulması demokrasiyi tehlikeye sokar."
AİHM istatistiklerine göre, Avrupa Konseyi'ne üye 47 devlet arasında Türkiye, ifade özgürlüğünü en fazla ihlal eden ülke. Bunun nedeni açık. Devleti yönetenler muhalif görüşler ileri sürülmesini kabul edemiyorlar. Karşıt görüşleri devletin güvenliğine bağlıyorlar, bu gerekçe ile bastırıyorlar. Yargı ise, şiddet içermese bile, yazı ya da sözün içeriğini inceliyor. Bireyin ifade özgürlüğünü koruyacak yerde devleti ‘zararlı ifadelere' karşı korumaya çalışıyor. TCK'nın maddeleri de buna olanak tanıyor. Gergerlioğlu'nun şiddet içermeyen bir retweet yüzünden başına gelenler bu durumun en son örneği.
Emekli amirallerin açıklamalarıyla ilgili olarak savcılığın açtığı soruşturma, ifade özgürlüğüne yapılan, demokratik bir toplumda yeri olmayan bir müdahale. Savcı, takipsizlik kararı verse bile, soruşturmanın açılmış olması ve bunun doğurduğu caydırıcı etki, ifade özgürlüğünün ihlali için yeterli.
Unutulmaması gereken bir husus, amirallerin emekli oldukları. Yani özel bir birey olarak, kamuoyunu ilgilendiren ve kendi uzmanlık alanlarına giren bir konuda görüş açıklıyorlar. Bu görüşün topluca açıklanması, ya da gece yarısı açıklanması, ya da geçmişte Türkiye'de askeri darbeler yapılmış olması, ya da üslubun bazı kişilerce yanlış bulunması, bunların hiçbiri bu kişilerin ifade özgürlüğüne yapılan bu müdahaleyi haklı göstermez.
Açıklamayı imzalayan amiraller, TCK md. 316 ile suçlanıyorlar. Yani devlet güvenliğine ya da anayasal düzene ilişkin suçlardan birini elverişli vasıtalarla işlemek üzere anlaşma suçu. Böyle bir kastı gösteren hiçbir şey yok. Ama hükümeti devirmek için anlaşmış olsalar bile bu yeterli değil. Bunu gerçekleştirecek silahı ve teçhizata sahip olmaları gerekiyor. Eğer ulaşabilecekleri silah, teçhizat yoksa suçun maddi unsuru oluşmamış demektir. Emekli amirallerin hükümeti devirmek için gereken silahlara, tanklara, toplara, gemilere sahip olmaları olanağı var mı?
Savcılığın, emekli amirallerle görevli subaylar arasındaki bağlantıyı araştırdığını basından öğreniyoruz. Devletin tepesinden, masumluk karinesini yok eden, amiralleri darbecilikle suçlayan öyle açıklamalar yapıldı ki savcı mutlaka böyle bir bağlantıyı bulmak zorunda. Bereket versin savcılarımızın bu konuda deneyimleri ve oldukça geniş bir hayal güçleri var. O zaman şuna benzer bir iddianame yolda demektir:
"Bildiriyi imzalayan şüpheli amiral X ile halen TSK'da görevli Y'nin telefonlarının aynı baz istasyonundan işaret verdikleri görülmüştür. Ayrıca şüpheli X, bir Pazar günü eşi ve çocuğu ile birlikte gittikleri kebapçıda Y ile karşılaşmışlar ve selamlaşmışlardır. Bütün bunlar şüpheli X ile Y'nin birbiriyle bağlantı halinde olduklarını ve hükümeti devirmeyi planladıklarını göstermektedir."
İfade özgürlüklerine yapılan müdahaleler sadece emekli amirallerle sınırlı değil. Sayın Cumhurbaşkanı'na göre, Kanal İstanbul'a karşı çıkmak Cumhuriyet düşmanlığıdır. Amirallerin bildirisini önemsememek darbeciliktir. CHP de darbecilikle suçlanıyor. Böylelikle kamuoyunda serbest bir tartışma yapılmasına olanak tanınmıyor, muhalif bütün sesler bastırılmak isteniyor. Yoksa, istenen muhalefetsiz bir Türkiye yaratmak mı? Bu yolda 2025'e doğru ilerliyoruz.
Emekli amirallerin açıklamasını saran hukuksuzluklar arasında en tuhaf olanı Yargıtay ve Danıştay'ın yaptıkları açıklamalar. Soruşturma yürütülen bir dava hakkında, o davada son sözü söyleyecek yüksek mahkemelerin açıklama yapmaları tarafsızlıklarıyla bağdaşır mı?
Adil yargılamanın en önde gelen koşulu, yargı organının tarafsız ve bağımsız olması. Tarafsız bir yargının uyması gereken biri öznel, diğeri nesnel iki koşul var. Öznel koşula göre, mahkemenin dava ya da davalı hakkında ön yargılı olmaması, peşin hükümle hareket etmemesi gerekir. Nesnel koşula göre ise, dışarıya karşı da mahkemenin tarafsız olduğu görünümünü vermesi gerekir. Tarafsızlığı konusundaki kuşkuları önleyecek yeterli güvencelere sahip olduğunu göstermek zorunda.
Oysa, Yargıtay ve Danıştay açıkladıkları bildirilerle, her iki koşula göre de, tarafsızlıklarını yitirmiş bulunmaktalar.
Yargıtay bildirisinde, amirallerin açıklamasının devletin güvenliğine, anayasal ve demokratik düzene yönelik bir müdahale olduğu ileri sürülmekte. Oysa bu, yargılama sonuçunda ortaya çıkacak ya da çıkmayacak bir sonuç.Yargıtay'ın bu konuda görüş açıklaması bir ön yargı ve peşin hüküm.
Danıştay bildirisinde, amirallerin açıklamasının "hukuk ve demokrasiye aykırı bir girişim" olduğunun, "devlet organlarının egemenlik yetkisine müdahale" niteliği taşıdığının belirtilmesi de bir peşin hüküm. Bir ön yargıyı gösteriyor.
Her iki üst mahkemenin, yargı süreci başlamış bir dava ile ilgili olarak görüş bildirmeleri nesnel olarak tarafsız olmadıkları görünümünü vermekte. Davalıların bu konudaki kuşkularını meşru yapmakta. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için, AİHM'in Türkiye ile ilgili Incal (1998), Çıraklar (1998) ve başka davalardaki tarafsız ve bağımsız mahkemede yargılanma hakkının ihlaline ilişkin verdiği kararlara bakılabilir.)
AİHM'in yerleşmiş içtihadına göre, bir yargı organının tarafsız ve bağımsız olmadığı saptanırsa, hiçbir koşul altında yargılama adil olamaz. AİHM, bu durumda, adil yargılama için gereken başka koşulları incelemeden, adil yargılama hakkının ihlaline karar verir.
ABD Yüksek Mahkemesi Sullivan kararında, ifade özgürlüğünün temelinde iktidarları eleştirenlere korumak olduğunu söyler. Yüksek Mahkeme, kendi görevini böyle görür. Türkiye'de ise yargının görevi iktidarı eleştirenleri cezalandırmak. Emekli amirallere açılan soruşturma, üst mahkemelerin açıklamaları bunun yeni bir örneği.