İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday iki siyasetçinin bir televizyon programına birlikte çıkmaları Türkiye’de önce bir demokrasi bayramı gibi kutlandı: Türkiye’yi bilmeyen bir yabancı Türkiye’ye gelse, gazeteleri okuyabilse, sanır ki, Türkiye’de işleyen bir demokrasi var, doğru dürüst bir seçim yapılıyor ve adaylar her demokraside olduğu gibi televizyon kameraları önünde, tartışma olanağı olmasa bile, görüşlerini açıklıyorlar. Bundan daha doğal ne olabilir?
Oysa bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Pazar akşamı yapılan televizyon programının en önemli sonucu Türkiye’de temel gerçeklere bir maske giydirmesi, üstlerini örtmesi.
Bunların başında Türkiye’nin yönetildiği rejim geliyor. Pazar akşamki televizyon programına gösterilen en yaygın ilk tepki, “Bu buluşmanın kazananı kaybedeni yok. Kazanan demokrasi oldu” yolunda. İyi ama, Türkiye’nin yöneltildiği rejimin adı demokrasi değil. Demokrasinin olmadığı bir ülkede demokrasi nasıl kazanır? Güçler ayrılığının bulunmadığı, tüm iktidarın tek bir elde toplandığı, özgürlüklerin bastırıldığı, hukuk devletinin ortadan kaldırıldığı bir ülkede demokrasiden söz edilebilir mi? Sanırsınız ki, bu televizyon programıyla Türkiye demokrasiyle yönetilmeyen devletler grubundan çıktı, demokrasiler grubuna girdi. Oysa Türkiye demokrasi sıralamasında 167 ülke arasında 110. sırada. Özgürlükler bakımından “özgür olmayan ülkelere” kategorisinde. Her yıl biraz daha geriliyor. Televizyon programı bu sıralamada bir değişiklik yapmadı.
Televizyon programının maskelediği ikinci konu, 23 Haziran seçimini normal bir seçim olmaktan çıkaran YSK kararı. YSK 6 Mayıs tarihli, bir hukuksuzluk ve keyfilik örneği olan kararıyla, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı seçimi iptal etti. Sandık kurulu başkanlıklarının seçimindeki bazı hataların seçmenin oyunu nasıl etkilediğini göstermeye gerek duymadan. Böylelikle seçmenin iradesi gasp edildi. Seçmene “sen doğru oy verdin. Ama ben senin oyunu saymıyorum. Gidip bir daha oy vereceksin” denildi. Neden? Çünkü siyasal iktidar böyle istedi. Şimdi, 23 Haziran seçimi üstündeki bu kara bulutu bir yanan bırakıp, “adaylar televizyona çıktılar. O zaman YSK kararını unutalım mı? “diyeceğiz.
Aradan üç gün geçtikten sonra, televizyon programı başka bir amaçla kullanılmaya başlandı. Programın moderatörü İsmail Küçükkaya, İmamoğlu ile yüz yüze, Yıldırım ile telefonda görüştü bahanesiyle Binali Yıldırım’dan mağdur yaratılmaya çalışılıyor. Önce Binali Yıldırım’ın danışmanıyla yüz yüze ayrıntılı bir görüşme yaptığı, başka bir görüşmeye gerek kalmadığı göz ardı ediliyor. Bu arada İmamoğlu’nun ne Rumluğu kaldı, ne Sisi’liği, ne de kimlere kimlere açık olan VIP’e İmamoğlu’nun sokmayan Vali’ye hakaret ettiği savı. Yandaş medya talimat almış gibi ağız birliği içinde bütün gün bu temaları işliyor.
Türkiye’de seçimlerin serbest ve adil yapıldığını söylemek zaten güçleşmişti. Tek yanlı bir medya, iktidarın bir dairesi gibi davranan Anadolu Ajansı, halkın bilgi alma hakkının ortadan kaldırıldığı bir ortam, devletin tüm olanaklarının iktidar tarafından kullanılması gibi nedenlerle, seçimleri izlemek için Türkiye’ye gelen gözlemcilerin vardıkları sonuç seçimlerin eşitlik ve serbestlik ilkelerine uymadığı yolundaydı. YSK’nın 6 Mayıs kararıyla son darbe vuruldu. Türkiye’de seçim güvenliğinin olmadığı tüm dünyaya ilan edildi. Bütün bu etkenler yetmezmiş gibi, AKP’nin 23 Haziran seçimlerine giderken faullü oynamasının, belden aşağı vurmakta hiçbir fırsatı kaçırmamasının gösterdiği bir şey var: İmamoğlu önde gidiyor, seçimi kazanacak gibi gözüküyor ve AKP’nin bu farkı kapatmak için yapmayacağı hiçbir şey yok. İktidarın yapabileceği şeylerin sınırının bulunmaması, seçim sonrası dönem için de ürkütücü.
“Biz İstanbul’umuzu bu yalancılara teslim edemeyiz.” Ya da “Böyle bir kişi … özür dilemedikçe böyle bir adaylığa layık olamaz, böyle bir makama gelemez”. Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, İstanbul Belediye Başkanı’nın kim olacağını seçmenin iradesiyle değil, Sn. Cumhurbaşkanı’nın iradesiyle kararlaştırılması öngörülüyor. O zaman herkese düşen görev, bu irade doğrultusunda hareket etmek.
Siyasal iktidarın “ne yapsam da seçimleri kazansam” diye düşünecek yerde, “Yüzde 25-30 oyu olan CHP’nin İstanbul adayı nasıl oluyor da, yüzde 50’nin üstünde oy alabiliyor?” sorusuna yanıt araması daha doğru olur.
Bu sorunun yanıtı çok yönlü. Bir kere, İmamoğlu, CHP’nin adayı olmaktan çıktı. Bütün demokrasi güçlerinin, demokrasi mücadelesi veren herkesin, her oluşumun adayı oldu.
Bunun yanında, İmamoğlu yeni bir “biz” yarattı. Herkesi kucaklayan, kendi siyasal konumunu aşarak “öteki”ne ulaşabilen, farklı kimlikleri tanıyan, onları içine alan, çoğulcu, barışçı, uzlaşıcı yeni bir “biz”. Bu “biz”, siyasal iktidarın kendisi gibi düşünmeyeni dışlayan, düşmanlaştıran, kutuplaştırıcı, baskı, korku, tehdide dayanan söyleminin tam tersi. Bu gerçekte iki ayrı Türkiye vizyonu. Bir yanda, Sn. Erdoğan’ın yaratmak istediği otoriter, içine kapalı, Sünni Müslüman, Osmanlı özlemi içinde, lidere koşulsuz itaat eden, kendisi gibi olmayanın dışlandığı bir Türkiye var. Öbür yanda, Cumhuriyet değerlerine bağlı, çağdaş, çoğulcu, katılımcı bir demokrasi isteyen, herkesi içine alan yeni bir toplumsal sözleşmeye dayanan, uluslararası sistemle bütünleşmiş yeni bir Türkiye.
23 Haziran seçimi, sadece Belediye Başkanı seçimi değil. Aynı zamanda Türkiye’nin geleceğine yön verecek bir seçim. İstanbullular oy kullanırken “nasıl bir Türkiye” tercihini de yapacaklar.