Otoriter-totaliter rejimlerin topluma sunduğu gerçeklerle yaşamın evrensel gerçekleri her zaman farklı olmuştur. Otoriter- totaliter rejimler içe dönük, evrensel değerlerden kopuk olduğundan, halkın kendine söylenen gerçeklerle evrensel gerçekleri kıyaslayıp aradaki farkı görme olanağı da yoktur.
Bu durum Türkiye için de geçerli. Ülkeyi yöneten iktidar otoriterleştikçe, rejimin gerçekleriyle yaşamın evrensel gerçekleri arasındaki makas giderek açılıyor. Türkiye’de tüm iktidarın tek elde toplanmasının adı demokrasi, keyfiliğin adı hukuk devleti, basın özgürlüğünün adı terör örgütü, insan haklarının adı teröre yardım ve yataklık, Türk parasının değer yitirmesinin, işsizliğin, enflasyonun adı ekonomik gelişme, savaşın adı barış. İktidarın gerçeklerine karşı çıkmak, gerçekleri söylemeye çalışmak ise,başlıbaşına bir suç. İktidarın gerçeklerinden oluşan ,yapay bir yalan dünyasında yaşamak zorundasınız.
Otoriter-totaliter rejimler sadece düşündüğünüzü serbestçe açıklamak özgürlüğünüzü elinizden almaz. Aynı zamanda ne düşüneceğinizi de dikte eder. Bu yalnızca şimdiki zamanı ve geleceği kapsamaz. Geçmişi de kapsar. Tarih liderin isteklerine göre yeniden yazılır. Orwell’in “1984 “ adlı kitabında,herşeyi kontrol eden partinin sloganı şu: “Geçmişi kontrol eden geleceği de kontrol eder. Şimdiyi kontrol eden geçmişi de kontrol eder.”
Ayrım, siyasal iktidarın doğrularını gerçek olarak kabul ederek yalan dünyasında yaşayanlarla, bunu reddederek evrensel gerçeklerin geçerli olduğu bir gerçek dünyada yaşamak isteyenler arasında. Bu ikincilere muhalif denir. Ama birinciyi seçseniz bile, gerçek kaybolmaz. Birgün mutlaka ortaya çıkar.
Hürriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Fikret Bila, geçenlerde yaptığı bir konuşmada “...en önemli gazetecilik ilkesi... gerçeğe sadık kalmaktır...Gerçeğe sadık kalmak tarihe sadık kalmaktır “ diyor. Bu sözler demokrasiyle yönetilen ülkeler için geçerli. Otoriter- totaliter rejimlerdeyse,basında beklenen iktidarın gerçeklerini halka duyurmak ve bunların kabul edilmesini sağlamak. Gerçekleri yazan basın ise iktidara karşı bir tehdit. Dost-düşman ayrımına dayanan bir iktidar anlayışında,gerçekleri söyleyen,yazan düşmandır. Ortadan kaldırılması gerekir. Düşman basın da olabilir, akademisyenler,sanatçılar ya da STK’lar da olabilir. Fark etmez.
İnsan onuruna yaraşan bir yaşam,ancak evrensel gerçeklere dayanan,bu gerçekleri kendi varoluş nedenine dönüştüren bir yaşamı seçmekle olanaklıdır. Söz konusu olan, demokrasi, özgürlük, adalet, eşitlik, barış, insan hakları gibi temel gerçekleri rafa kaldıran, hukuku muhaliflere karşı bir silah olarak kullanan bir iktidara karşı, insanı insan yapan değerlerin savunulmasıdır. Ancak bireysel kahramanlıkların, her türlü muhalefeti gerektiğinde şiddete başvurarak bastırmaya kararlı bir iktidar karşısında sonuç vermeyeceği de ortada. O nedenle,gerçek içinde yaşamayı seçenlerin kollektif bir hareket, bir birliktelik yaratmaktan başka seçenekleri yok. Bu birlik aynı zamanda, iktidarın uygulamalarının alt üst ettiği yaşamların, ezilenlerin dayanışması.
Sivil toplum ile siyasal partilerin birlikte olduğu, sabit bir ideolojisi bulunmayan, AKP-MHP ittifakı gibi bir çıkarlar koalisyonu değil, değerler temelinde oluşturulacak böyle bir hareket sadece bir direniş değil, yeni bir Türkiye’nin temellerini atacak bir toplumsal uzlaşının da başlangıcı olabilir. Bu hareket halkın güvenini kazandığı, halkı hareketin içine çektiği ölçüde, iktidarın maskesi düşecek,gerçek ortaya çıkacak. Bu birlikteliğin, tabandan yukarıya doğru bir hareket olabilmesi için “bilinçsiz kitleleri bilinçlendirmek” gibi elitist bir misyon üstlenmemesi , karşılıklı öğrenmeye dayanan bir diyalog kurabilmesi ve her bireyin nasıl davranacağını kendi kararına,kendi yargısına bırakması önemli.
Bu bağlamda sanatçıların özel bir önemi var. Sanatçılar, toplumca tanınan, izlenen kişiler. Toplum için bir rol modeli. Onların davranışları, insanlara ne yapmaları,ne yapmamaları gerektiği konusunda yol gösterici bir rol oynar. Elbette ki, herkesin özgürce istediği siyasal partiyi desteklemeye, bir siyasal görüşü başka bir siyasal görüşe tercih etmeye hakkı var. Ama etik sorumluluk işte bu tercihde yatıyor. Bir ülkede insanlığın ortak değerleri, demokrasi, özgürlük, adalet, insan hakları ağır bir biçimde ihlal ediliyorsa,insanlar haksız yere zindanlarda çürüyorsa, böyle bir ortamda sanatçının etik bir sorumluluğu bulunmakta.
Sanatçı herkesten çok evrensel gerçeğin peşinde olmalı. O nedenle, sanatçıları Mehmetçiğe moral vermek için sınıra gitmelerinden dolayı değil, Türkiye’yi demokrasiden koparıp otoriter bir rejime sürükleyenlere destek verdikleri için eleştirmek gerekir.