16 Şubat 2023

Deprem ve değişim

AKP 20 yıllık iktidarı döneminde bir yandan milliyetçilik, güvenlik politikaları, öbür yandan baskı ve korku ile toplumun yarısının rızasını alarak hegemonyasını inşa etmeyi başardı. Ancak öyle görünüyor ki bu şekilde inşa edilen hegemonya, deprem ile ve depremin doğurduğu öfke ile yıkıldı

Türkiye bir acı yumağına dönüştü. Enkazın altında kalan her ailenin ayrı bir trajik öyküsü var. Bütün bu bireysel acılar birleşip büyük bir ortak acı oluşturuyor. Bu acı yumağı içinde siyasal kutuplaşmaya, etnik, dinsel, cinsel ayrışmaya yer yok. Herkesin paylaştığı büyük bir acı var. Bir de bu büyük acının yarattığı dayanışma duygusu. Bir şey daha var: Devlete karşı büyük bir öfke. Bu haklı bir öfke çünkü 35 binden fazla (ne kadar artacağı belli değil) insanın yaşamını yitirmesinin tek sorumlusu doğa değil, uzun bir ihmaller zinciri.

Zincirin ilk halkası rant nedeniyle yanlış yere yapılan inşaatlar, usulsüz verilen inşaat ruhsatları, depreme dayanıksız yapılar, denetim eksikliği, imar afları, depremi bildiren ve dikkate alınmayan bilim insanlarının raporları. Bütün bunları birleştirince şu çıkıyor: Devlet, yurttaşlarının yaşamını koruyacak önlemleri almamıştır. Bu konudaki yükümlülüğü yerine getirmemiştir. Yurttaşların yaşam haklarını koruyacak önlemleri almak devletin en önemli görevi.

AİHM kararlarında bu ilke önemli bir yer tutar. Örneğin, Öneryıldız davasında, Ümraniye’de gecekonduların yanındaki çöplük söz konusu. Çöplükten metan gazları çıkıyor. Gazların patlayacağını, ölüme yol açacağını bildiren uzman raporları var. Buna karşın Belediye hiçbir önlem almıyor. Sonunda çöplük patlıyor. 9 kişi ölüyor. Evler zarar görüyor.

AİHM kararında, Devlet’in yaşama yönelik bir tehdit olduğunu bilmesine karşın hiçbir önlem almadığını, yaşam hakkını koruma yükümlülüğünü yerine getirmediğini, o nedenle yaşam hakkının ihlal edildiğini belirtti.  Devleti baba Öneryıldız’a 45 bin euro, üç çocuğun her birine 33’er bin euro tazminat ödemeye mahkum etti.

 Aynı ilke Kahramanmaraş depremi için de geçerli. Devlet, fay hattı üzerinde inşaata izin vermekle, inşaatı denetlememekle, uzman raporlarındaki bilimsel verileri dikkate almamakla yurttaşların yaşam hakkını ihlal etti.

Zincirin ikinci halkası, iki büyük deprem meydana geldikten sonra. Kurtarma çalışmaları depremden iki gün sonra başlıyor. Oysa en kritik dönem, en çok insanın sağ olarak enkaz altından çıkarılabileceği dönem ilk iki gün. İki gün sonra gelen kurtarma ekipleri de teçhizat bakımından yetersiz. Öyle olunca umutlar mucizelere bağlanıyor. On ilde binlerce kişi enkaz altında kurtarılmayı bekliyor. Dirençleri her saat azalarak. Aynı enkazın altından birkaç “mucize” gerçekleşiyorsa, ondan çok daha fazla sayıda cansız beden çıkarılıyor. Bazı bina enkazlarına ise kurtarma ekipleri hiç uğramıyor. Ses gelse bile. Bunun bir planı, programı yok. Tesadüflerle karar veriliyor. Burada AFAD’ın yetersizlikleri ortaya çıkıyor. Böyle bir depreme AFAD hazırlıklı değil. Eleman sayısının yetersizliği yanında lojistik yetersizlikler gözüküyor. AFAD’ın üst kademesindeki partizanca atamalar, liyakatsizliklerin sonuçları bu. Bunun yanında TSK iki gün kurtarma çalışmalarına aktif bir biçimde katılmıyor. Öyle olunca ölü sayısı 30 binlere ulaşıyor. Yaşam hakkına yönelik bir tehdide karşı devlet önlem alınırken gerekli özeni göstermemesi de yaşam hakkının ihlaline, devletin sorumluluğuna yol açar.

Hatay

Zincirin üçüncü halkası deprem sonrası yönetim. Çadır kentler geç kuruluyor. İnsanlar günlerce aç, susuz, soğukta bekletiliyorlar. Çadırlar kurulduktan sonra da çoğu yerde su yok, tuvalet yok. Çöpler dağ gibi yığılıyor. Büyük bir hijyen sorunu var. Planlama, eşgüdüm eksikliği her yerde görülüyor. Hükümet’in bulduğu çözüm ise öğrencileri yurttan çıkarmak, oralara depremzedeleri yerleştirmek. Hükümetin başka bir parlak fikri ise, eğitime ara vermek.

Birbirlerini tamamlayan bu ihmaller zinciri  çok fazla yaşama mal oldu. Kayıplar çok daha az olabilirdi. Can kayıplarının böyle büyük bir rakama ulaşması, yaşanan insan trajedileri  büyük bir toplumsal şok doğurdu. Bu toplumsal şok aynı zamanda bize bir şeyi anımsattı. Tek bir insanın yaşamının ne denli değerli olduğunu. Bu tek insan bize yabancı olabilir. Ya da bizimle aynı görüşleri paylaşmayan hatta bize düşman biri de olabilir. Bunların hiç önemi yok. Deprem bize o tek insanın yaşamının her şeyden değerli olduğunu, onu kurtarmak için her türlü çabanın gösterilmesi gerektiğini anımsattı. Kurtarma ekiplerinin, madencilerin, AFAD gönüllülerinin, AHBAP’ın ve başka STK’ların yorulmak bilmeyen bir çaba ile tek bir insanı yaşama döndürmeye çalışmaları, bunu göstermiyor mu? Hiçbir zaman “35 bin kişinin öldüğü bir yerde bir fazla, bir eksik ne fark eder?” demediler. Tek bir kişi, tek bir yaşam için çarpındılar. Kurtarılmayı bekleyen bir kadının kurtarıcılarına sıkıştığı delikten söylediği şu sözler çok anlamlı değil mi? “Siz beni tanımıyorsunuz. Tanımadığınız bir insanı kurtarmak için nasıl da çırpınıyorsunuz.” Bu depremde insanın değerini yeniden anladık. Tek bir insanın bütün insanlığı taşıdığı bilincine ulaştık. İçimizde insancıl değerlere ilişkin ne varsa ortaya çıkardık. Bu evrensel bir duygu. İnsanı, insan yaşamını her şeyin ötesine yerleştirmek, milliyetçiliği, cemaatçiliği, kabileciliği, “yerli ve milli” olmayı aşan bir yaklaşım. İnsanı hangi ülkeye, hangi ulusa, hangi etnik ya da dinsel gruba ait olduğuna bakmadan, çıplak olarak, sadece insan olarak görmek ancak evrensel değerlere sahip çıkmakla mümkün olabilir. O nedenle depremin insan yaşamı bakımından yarattığı korkunç şokun bizde yeni bir insan anlayışına, yeni bir dayanışmaya, yeni bir toplumsal barışa yol açacağını umut etmek olanağı doğdu.

35 bini aşkın insanın depremde ölmesinde devletin ihmaller ve hatalar zincirinin büyük payı bulunması, AKP iktidarının insan yaşamına verdiği değerin göstergesi. Rant, AKP iktidarında her zaman insan yaşamından daha değerli oldu.. Bütün bunlar toplumda büyük bir öfkeye yol açtı. Devlet yetkililerinin rakamları sıralayan, insansız, büyük acıyı paylaşmayan, duygusuz kuru beyanları bu öfke dalgasını büyütüyor. Hiç konuşmasalar, yaptıklarını anlatmaya bu denli boşuna uğraşmasalar daha doğru olacak. Halkla teması ne denli yitirdikleri bu denli çarpıcı olmayacak.

Buradan nereye gideriz? Öfke elbette önemli bir unsur. Öfke bir başlangıç. Kitleleri eyleme yönelten güçlü bir itici güç. İnsanı harekete geçiren bir duygu. Bu kitlesel öfke, depremin ortaya çıkardığı, kutuplaşmayı aşan halk dayanışmasıyla birleşince, seçimlerden önceki dönemde siyasetin belirleyici unsuru olabilir.

AKP 20 yıllık iktidarı döneminde bir yandan milliyetçilik, güvenlik politikaları, öbür yandan baskı ve korku ile toplumun yarısının rızasını alarak hegemonyasını inşa etmeyi başardı. Ancak öyle görünüyor ki bu şekilde inşa edilen hegemonya, deprem ile ve depremin doğurduğu öfke ile yıkıldı. Bunun yeniden inşası olanaksız. O nedenle iktidarın elinde tek bir şey kaldı. Baskı yoluyla halkın öfkesini kontrol etmek. OHAL ilanı bu amaca hizmet edecek.

Otoriter yönetimlerin en çok korktukları şey, insanların ortak şikayetlerinin, taleplerinin bir amaç çerçevesinde bir araya gelmesi ve bunun bir halk hareketine dönüşmesi. Kişisel taleplerden toplumsal talebe evrilen bir hareket toplumsal değişimlerin önünü açar. İktidar böyle bir değişimi önlemek için elindeki tüm olanakları kullanacaktır. Polis, yargı, yandaş yazılı ve görsel medya bu hedefe yöneltilecek. Buna karşılık sivil toplum kuruluşlarının ve muhalefet partilerinin yapması gereken şey kişisel şikayetleri bir toplumsal talebe dönüştürerek bu talepleri siyasallaştırmak. Siyaset alanını genişletmek.

Bir halk hareketiyle iktidarın değişmesi, aynı zamanda halkın özne olduğu yeni bir demokrasinin kurulmasının habercisi olacaktır.

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Barış çağrısı ve Kürt sorunu

Her şeyin başında, bir güven ortamının yaratılmasına gereksinim var. Karşınızda oturan kişinin düşmanınız değil, farklı görüşlere sahip müzakere ortağınız olduğu anlayışının görüşmelere egemen olması gerekli

İnsan hakları gününüz kutlu olsun

İnsan haklarıyla demokrasi ve hukuk devleti arasında yakın bir bağlantı var. Türkiye, demokrasiden uzaklaştıkça, hukuk devleti rafa kaldırıldıkça, insan hakları ihlalleri de artıyor. Hukuk devleti güvencesinin olmaması insan haklarını da korumasız bırakıyor

Türkiye’nin demokratiksizleştirilmesi

Siyasal iktidarın demokrasiyle bağını kopararak giderek daha fazla otoriterleşme, daha fazla şiddete başvurma yolundaki yürüyüşü bu aşamada etkili bir toplumsal direnişle durdurulamazsa, Türkiye’nin demokratiksizleşmesinin geri dönülmesi olanaksız bir noktaya ulaşması kaçınılmaz olacak

"
"