Fransız Devrimi’nden bu yana “demokrasi” ve “sosyalizm” birlikte el ele yürümüşler, birbirlerini tamamlamışlardır. Endüstri devriminin getirdiği eşitsizlikler, adaletsizlikler, emek sömürüsü karşısında, 1850’lerde sosyalistler şu soruyu sordular:
“Sınıf eşitsizlikleri, adaletsizlikler üzerine yapılanmış bir toplumda demokrasi nasıl sağlanabilir?”
O dönemde bu soruya verilen yanıt, üretim araçlarının mülkiyeti ve üretimin kamusallaştırılması ile ilgiliydi.
Bu soru günümüz için de geçerlidir. Günümüzde eşitliğe ve özgürlüğe dayalı bir demokrasi nasıl sağlanabilir? Bunun için sola düşen rol nedir?
50 yıl öncesine göreli olarak çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Komünizmin Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da tasfiye edilmesi, tüm sol hareketlere darbe vurmuştur. Bundan böyle, neo-liberalizmin serbest piyasa kurallarının hiç bir düzenlemeye tabi olmadan egemen olacağı varsayılmıştı. Öte yandan, küreselleşme olgusu, sermaye, mal mübadelesi, teknolojik gelişmelerin ulus devletlerin sınırlarını ortadan kaldırması, güney yarı küreden, kuzey yarı küreye büyük güç dalgası, sanayi üretiminin uluslararası boyut kazanması ulus devletin varlığını ortadan kaldırmasa da niteliğini değiştirmiştir. Ulusun kaderini belirleyen bir çok karar ulus devletin dışında alınmaya başlamıştır.
Bütün bu gelişmelerin demokrasi üzerindeki etkisi olumlu olmamıştır. Neo-liberalizmin egemen olduğu bir uluslararası düzende, eşitsizlikler, adaletsizlikler, ekolojik sorunlar, hem uluslararası alanda, hem de ulusal düzeyde artmış, kurumsallaşmıştır. Buna karşılık bu düzeni değiştirmek isteyen sol hükümetlerin hareket alanı daralmıştır.
Öte yandan, küreselleşme ve neo-liberalizm yeni bir otoriter demokrasi tipi doğurmuştur. “Seçimli otoriterlik”, “plebisiter demokrasi”, “liberal olmayan demokrasi” gibi adlar verilen rejimlerde, hükümetler seçimle işbaşına gelmekte ve muhalefet partileri bulunmakta, sınırlı bir muhalefete izin verilmekte. Buna karşılık medya ve yargı hükümetin denetiminde. Temel hak ve özgürlüklerin alanını hükümet çizmekte. Ana çizgileri bu olan fakat uygulaması ülkeden ülkeye değişen bu modelin örneklerini, Rusya’da, Türkiye’de, Macaristan ve bazı Latin Amerika ülkelerinde görüyoruz. Bütün bu örneklerin ortak yanı güç yoğunlaşması ile iktidarın kişiselleşmesi arasında bir paralellik bulunması ve tüm iktidarın tek bir elde toplanması.
Bunun sonucunda, Gramsci’nin teorilerini günümüzde geçerli yapan bir görünüm ortaya çıkmakta. Bu tür rejimlerde tüm iktidarın tek bir elde toplandığı hegemonik bir yapının inşası söz konusu. Bütün kurumlar, eğitim, kültür, toplumun değer sistemi bu yapı tarafından biçimlendirilmekte. Hegemonyanın ayakta kalması için devlet hem ideolojik aygıtlara, hem de polis gücüne başvurmakta.
Bu koşullar altında o ülkedeki solun yapması gereken nedir? Kanımızca, bu koşullarda solun görevi dağınık toplumsal muhalefeti tek bir çatı altında toplamak ve baskı rejimine karşı bir mücadele başlatmaktır. Bu kurulacak muhalif blok sadece sol gruplardan değil, hegemonik yapı altında ezilen, itirazı olan bütün grupları kapsamalıdır. Bu bir demokrasi hareketi olmalı, demokrasinin sınırları içerisinde kalmalıdır. Ancak, kendine bağımlı bir yargı yaratarak hukukun çizdiği sınırları tanımayan, ülkeyi keyfi bir biçimde yöneten bir iktidara karşı son çare olarak direniş hakkının kullanılmasının da demokrasinin bir gereği olduğu unutulmamalı.
Böyle bir hareket bir siyasal partinin şemsiyesi altına girmemeli ama siyasal partilerin de eşit statüde katılımına açık olmalı.
Tüm muhalif gruplar arasında bir eklemlenme yaparak bir program çerçevesinde ortak bir mücadele başlatmak önemli ama yeterli değil. Gramsci’nin de belirttiği gibi, iktidarın ideolojik hegemonyasını yıkacak bir karşıt ideoloji üretmek gerekli. Bu her türlü ekonomik, siyasal ve kültürel unsuru kapsayan bir toplumsal proje olarak tasarlanmalı.
Bunun için her şeyden önce insanların iktidarın baskıcı, tahakküm düzenini kabul etmelerine yol açan nedenler doğru teşhis edilmeli. Sonra, iktidar ile kendi tabanı arasındaki ideolojik bağları koparacak bir karşıt ideolojiyle halka gidilmeli. Bu iki yönlü bir süreç. Önce iktidarın yarattığı sistemin içine girerek, sistemin sahteliğini, halkın çıkarını korumadığını anlatmak ve aynı zamanda halka yeni bir değer sistemi içeren, yeni bir gelecek vaad eden bir ideoloji sunmak gerekir.
Günümüzde, sol ya da sosyal demokrasi sadece sınıfsal çelişkilerle tanımlanamaz. İşçinin emeğinin karşılığını alması, iş güvenliğinin sağlanması, sendika, toplu sözleşme, grev haklarının korunması elbette sosyal demokratların görevi. Bununla birlikte sol, yeni bir katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışının yerleşmesine de öncülük etmeli.
Bugün Türkiye’de iktidarın kurduğu hegemonik yapıya karşı mücadele verecek bir demokratik bloka ve bunu kitlesel bir halk hareketine dönüştürecek özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik bir Türkiye projesine gereksinim var.
Yeni Türkiye projesi günümüzde temsili demokrasinin yetersizliklerini görerek hazırlanmış, halkı siyasetin içine çekerek aktif bir yurttaşlık bilinci uyandıran, kendisiyle ilgili kararları almasını sağlayacak bir hukusal, idari çerçeve çizen, ademi merkeziyetçiliğe dayanan katılımcı bir proje olmalı. Bunun yanında her türlü etnik, dinsel, cinsel farklılıkları ve buna dayalı kimlikleri koruyarak birlikte yaşamayı sağlayacak çoğulcu, ortak bir zemin yaratılmalı. Farklılıkları içeren kollektif bir kimlik oluşturulmalı.
21. yüzyıl solu, aynı zamanda her türlü tahakküm ilişkisine son vermeyi amaçlayan bir özgürlük ve eşitlik anlayışını yaşama geçirmek yolunda çaba göstermeli.
Türkiye’nin koşulları giderek ağırlaşıyor. Kıskaç gittikçe kapanıyor. Demokrasiden uzaklaşıldığı ve hukukun geçerli olmadığı bir ülkede can ve mal güvenliğinden de söz edilemez.
O nedenle, Türk solunun aralarındaki görüş ayrılıklarını bir yana bırakarak, acilen, çağdaş bir demokrasiyi, bütün kuralları ile yerleştirecek, ciddi bir ortak çabanın içine girmesi önem taşıyor.