04 Aralık 2014

Şair yanılmıştı!

'Oğlumu rahat bırak, düşün yakamızdan…'

Şair yanılmıştı!

“Ben babamdan ileri

 

 

Doğacak çocuğumdan geriyim”

Böyle demişti Şair…

Sonrasında dillere pelesenk olan dizeler aslında tarihin çarkının iyiden, ve haklıdan yana döneceğine ilişkin bir romantizmi de içinde barındırdı.

Nazım “güneşin zaptedileceği” bir zamanın, coşku ve tutkunun tanığıydı. Doğallıkla çocuğunun kuşağının “en şanlı elbisesi işçi tulumuyla” o “güzelim memlekette hürriyetin” dolaşacağı günlerden emindi. “Ve elbette ki sevgilim elbet” demesi bundandı.

“Bu güzelim memlekette” solun ve solcuların tarihindeki belki de en iyimser ve umut dolu yıllar ise tam da Nazım’ın oğlu için düşünü kurduğu 1960 ve 1970’lerdi.

İşçi sınıfı gerçekten de en şanlı elbisesi ile meydanlardaydı. Öğrenciler, memurlar, köylüler, öğretmenler “güneşi avuçlamaya” ramak kalmış o günlerde, çocuklarına umutlarının ismini koydular. Kimi Ulaş, Mahir, Deniz, kimi de Devrim, Eylem, Umut ve Barış oldu. Ölen yol arkadaşlarının isimleriyle çocuklarına gelecek çizdiler. Yüreyecekleri yolun ayak izleri oracıktaydı.

Ancak 1980’deki askeri darbe o kuşağın miladı oldu. 12 Eylül bir silindir gibi umutların üzerinden geçerken yaşananları anmaya gerek yok. Ancak hoyrat bir devletin o örselenmiş, hapis, işkence ve mültecilikle sınanmış kuşağının evlatları artık aynı umudu ve iyimserliği yaşatmakta güçlük çekiyordu.

Zira düşünmek bile ateşten gömlekti. İşin ve aşın hatta sevdanın soruşturmalar ve duvarlarla sınırlandırıldığı, korku ve hüzünle cezaevi kapılarında bir an olsun ebeveynlerini görmek için bekleyen bir ülkenin çocukları “babalarından ileri” bir iddianın sahipleri olamayabilirdi. Zira onlar kırılgan ve yalnız bir kuşağın temsilcileriydi.

Bir çoğu babalarının düşlerinden gitti. Bir bölümü ise tevkifatlarda yolunu gözledikleri “eski tüfek” babalarının, “hayalperest analarının” yerine paranın, kariyerin, ikbalin ve parlak vaatlerin peşinden gitmeyi seçti.

Şair onları da unutmamış ve şöyle yazmıştı;

“Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine…”

Sorun sadece “sancağın yere düşmesi” de değildi. Babalarının ar, namus, haya ve inanç uğruna çektikleri bütün bedellerin tam aksine kimi mesleğini -mesela gazeteciliği- kimi sanatını kimi de vicdanını satarak geçimini sağlıyor, “günümüz realitesi bunu gerektirir” diyordu.

Şair yanılmıştı!

Köşebaşlarını tutmuş günümüz çocukları babalarının/analarının düşleri yerine doların ve sıkı sıkıya tutundukları makamlarının hırsına kurban gitmiş “babalarından geri” bir kuşağı temsil edebilmişti. “12 Eylül sonrasının apolitik kuşağı” diye tanımlanan o sürecin şimdiki yetişkinleri “nasılsa çoğunluğuz” rahatlığı içinde gözünü “yüksel ki yerin bu değildir”e diktiklerinde, sadece devleti/hükümeti değil, onları da mutsuz/rahatsız eden bir tarihi dönüm noktasında kalakaldılar.

Gezi Süreci kendisinden önceki bütün toplumsal hareketlerin toplamından çok daha büyük bir kitlesellik ve alternatif duruş ve ısrarıyla ezberlerini bozuyordu. Babalarının gözlerindeki fer yeniden alevlenmiş, anaları el ele Gezi’yi kuşatmıştı.

Kimi o rüzgarda “uçuşan yapraklar gibi” kendilerini Gezi’de buldu. Evlerinde anne ve babalarından dinledikleri dünyanın Gezi’de örneği (mi?) vardı. Anlatılanlar acaba hayal değil miydi? Hemen kol kola yüründü ve sloganlar atıldı. Ne de heyecanlı tutkulu zamanlardı!

Ancak devlet bir kez daha o nobran yüzüyle alanları gaza ve copa boğduğunda, Gezi 8 evladını o meydanlarda bıraktığında, dedik ya ilk kırılan yine onlardı. Devlet güçlüyse mevki, makam tehlikede demekti. Kimine göre Gezi’nin ilk üç günü kimine göre bilmemkaçıncı gününe kadar her şey iyiydi. Sonra o küfürbazlık da neydi? Gaz bombalarından daha tehlikeliydi? Öldürmez ama mazalllah adamı -han-ı yağma sofrasında- süründürürdü.

Şair onları da unutmadı. Belli ki (başta Peyami Safa) çevresinde onlardan çok vardı. Kopuk kopuk da alıntılasak şöyle yazdı;

“Ben, kızabilir miyim sana?

Sen de bilirsin ki, benim âdetim değildir bir posta tatarına bir emir kuluna sövmek, efendisine kızıp uşağını dövmek!.

Sen de bilirsin ki, jurnal esnafı, senin gibiler tutulup kulaklarından birer birer teşhir edilirler..

Bir düşün oğlum!

Bir düşün ve mezarların hududunu aşma!

Kendine güven üstat babana değil, bir ölüyü koluna takıp dolaşma!

Öyle zart zurt eşilmez toprağı gidenlerin!

Rahat bırak oğlum rahat bırak uyusun…

Ölüleri rahat bırak oğlum.

Rahat bırak uyusun benim de gidenlerim!…”

14 yaşındaki evladı öldürülen ve her defasında kutuplaşma niyetine miting meydanlarında yuhalatılan Berkin Elvan’ın annesi anma töreninde yaptığı konuşmasını tam da öyle bitiriyordu.

“Oğlumu rahat bırak, düşün yakamızdan…”

 Anladın mı?

Yazarın Diğer Yazıları

Suna Kıraç'ın ardından: Yaşamı ve yaptıklarıyla ölüme inanmadı, ömründen uzun idealleri vardı…

Suna Kıraç’ın ‘teamüllere aykırı’ tek tercihi bir Koç profesyoneli olan İnan Kıraç’la evlenmesi olmadı. Çiftin aldığı bir başka karar, yine o dönem ve temsil ettikleri ‘sınıf’ açısından büyük bir devrimdi. Mademki çocukları olmuyordu onlar da bir çocuğu evlat edineceklerdi

Suriyeli mültecilerin hatırlattıkları (1)

Ensar’lıktan ‘halkta büyük tepki’ ya da ‘büyük sorunlar çıkması’ gerekçesine evrilen sürecin miladı, en kolay ikna edilebileceği öngörülen AKP tabanında bile yaşanan oy kaybı ve bu oy kaybında Suriyeli mültecilerin rolüydü. İdeolojik olandan pragmatik ve hak ihlallerini barındıran dönüşümde de bu anketlerin rolü vardı

Satın alınan demokrasi

Demokrasi için cebinden para harcayıp oy veren seçmen kazandı; devletin parasını ve demokrasinin değerlerini harcayanlar kaybetti.