Bir televizyon gazetecisinin en çok eksikliğini hissettiği şey ‘yazmak’ olsa gerek. Yazılı basında çalışanla, görsel basında çalışan arasındaki en belirgin fark televizyonda yapılan işin buharlaşması.
“Ama gazetenin üzerinde kahvaltı da yapılıyor” diyebilirsiniz. Yani gazeteciliğin ‘günlük’ hay huyunun bir payda olduğunu düşünebilirsiniz. Ama ben yazılı olanın tarihe kaldığını düşünenlerdenim. O nedenle de hayata bir çizik atacak olanların arşivde bulunabileceğine inanırım.
Sevgili Doğan Akın, belki de tam da bu zafiyeti tespit ettiği içindir ki “televizyonlarda çalışanlara dönük” bir hayrat açtı! Haftada bir de olsa gerek içeriği, gerek duruşu ve gerekse derinliği ile dikkat çeken Tempo24’de bizlere bu platformu açtı. Tabii ki tepe tepe kullanacağız! Buradan ahkam kesip, entelektüel bir hazzı yaşayacağız.
Bu girizgahtan sonra müsaadenizle ben kendi gündemimle devam etmek isterim. Bir komplo teorim var! Adı üzerinde komplo teorisi…Paylaşmak isterim.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bir konuşma yapacağı günler öncesinden belliydi. İçeriği ise bilinmiyordu. Ancak ülkenin temel fay hatları (Kürt Sorunu, İslam, Ergenekon) hususunda kelam edeceğini cümle alem tahmin ediyordu.
İlker Başbuğ, selefleri gibi siyasete doğrudan müdahale eden bir komutan profili çizmedi. TSK’nın görüşlerini “ikili görüşmelerle” yansıtma yolunu seçti. İki istisnası var. Birincisi Ergenekon soruşturması çerçevesinde 2 emekli orgeneral ve eski MGK Genel Sekreteri gözaltına alındığında otomobilinin istikametini değiştirdiği ve Başbakan’la görüştüğü biliniyor. İşte bu görüşmeden çıktığında gündem manipüle edilmişti bile. Başbuğ henüz lojmanına gidemeden soruşturma çerçevesinde Ankara’dan bombalar fışkırmaya başladı. Bombalar çıkınca da bir kez daha Başbuğ’dan çok Ergenekon gündemi işgal ediverdi. Böylesi bir atmosferde Başbuğ’un soruşturma ile ilgili rahatsızlıklarının gündeme gelmesi tabii ki ikinci planda kalmıştı.
Başbuğ’un ikinci kez kamusal ortamda kendini ifade etmesi Harp Akademileri’ndeki 2 saate yaklaşan konuşması ile oldu. Konuşmanın felsefi boyutundan çok “Türkiye halkı” kavramında somutlaşan telakki önemliydi. 1980’lerde Kürtleri “Kart kurt yürüyen dağ Türkü” diye tanımlayan zihniyet haritası yerini “asimilasyon değil, entegrasyon” diyen bir yaklaşıma bırakmıştı. Başbuğ iki önemli vurgu yapıyordu. Kürt Sorunu / terör sadece askeri önlemlerle tek başına çözülemezdi ve bölge halkına dönük daha çok refah, fırsat eşitliği, kendini geliştirme olanağı tanınmalı, mağduriyet algısı değiştirilmeliydi.
İşte “ilk kez” böylesi bir değişime tanıklık edildiği saatlerde DTP’ye dönük bir operasyon başlatıldı. Neden bir gün önce ya da bir gün sonra bu operasyon yapılmadı bilinmiyor. Bu emniyetin öncelikleri açısından önemli bir soru. Ancak tam da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “sorunu” sadece güvenlik dışında başka siyasal, ekonomik, politik, tarihsel ve sosyolojik olarak anlama / kavrama çabasının olduğu saatlerde bütün bu söylemi boşa çıkaracak bir operasyona imza atıldı.
Bölge halkı açısından “bu da yalanmış” dedirtecek bir süreç başladı. Zanlıların PKK örgütüyle olan ilişkilerini sorgulamak bu yazının haddini aşar. Mutlaka adalet gerekli olan kararı verecektir, ancak zamanlama açısından Başbuğ’un konuşmasının samimiyeti test edilmiş ve Başbuğ bir kez daha -gündemdeki bu hızlı değişim ile- manipüle edilmiştir.
Şimdi merakla İlker Başbuğ’un yapacağını ilan ettiği basın toplantısını bekliyorum. Bakalım o gün ya da bir gün öncesi / sonrasında yine bambaşka bir gündemle uğraşacak mıyız? Bakalım “komplo teorisyeni” ne kadar haklı çıkacak?