10 Nisan 2012
Söyleşimizin ilk bölümünde Almanya'da “İslam Cemaati Lideri” olarak bilinen Prof. Abdürrahim Vural'ın Milli Görüş çizgisindeki yükselişi, hareketin tabanının Tayyip Erdoğan ve AKP'ye doğru kayışı ve toplanan yardım paralarının akıbetinin neden bilinemediği üzerine gözlemlerini aktardık.
İkinci bölümde Vural, özellikle İslami topluluk içindeki holdingleşme süreci üzerine tanıklıklarını, istismarları ve Almanya'daki din dersi mücadelesini aktarıyor.
- Bir diğer konu Almanya’daki İslâmi çevrelerin holdingleşme süreci oldu... Bu konuda da kısaca bilgi verebilir misiniz? Holdingler nasıl bir rol oynadı?
Almanya’da hiçbir zaman bir holdingleşme süreci yaşanmadı. Aksine holdingler ilk Konya’da oluştu. Daha doğrusu bu süreç ilk olarak 1986’da Haşim Bayram’ın öncülük ettiği Kombassan Holding’le başladı. Ve çalışmalarının ilk startını Berlin’de başlattı. Tabii ki holding sahipleri ilk önce şirketlerini kurarak, bunu daha sonra camideki cemaate duyurdular. Propaganda çalışmalarını ise, “şirketler, fabrikalar kurduk. Şimdi ortak arıyoruz. (...) Faiz kesinlikle haramdır. Faiz alan zina yapmış olur... Biz ise faiz vermiyoruz. Kâr payı veriyoruz” temelinde yürüttüler. Hiçbir hukuki değeri olmayan ortaklık belgesi verdiler. Daha sonra Holdingler kendilerine camide ortaklar bulmayı başardılar ve ilk yılın ardından ortaklık paylarını verdiler. Fakat bunlar yüzde 5 veya yüzde 10 vermediler. Yüzde 30, yüzde 40, hatta yüzde 80 gibi yüksek değerde bir pay verdiler. Tabii ki cemaat bu duruma çok şaşırdı ve “Nasıl oluyor? Ben 100 bin mark yatırdım ve bir yıl sonra 40 bin mark aldım. (...) Haşim Bey sen bu 40 bin markı da al ve paranın üzerine koy. Böylece benim şirkette, holdingde 140 bin markım olsun” dediler. Şimdi bu yöntem, deyim yerindeyse, cemaatin iştahını kabarttı. Ve zaman içinde tüm camilere yayıldı. Öyle bir hal aldı ki, herkes parasını yatırmak için Kombassan Holding’in peşindeydi, yani camilerde temsilcilerini arıyorlardı.
Kombassan Holding’in bu başarısı, Konya’da ikamet eden diğer şirketlerin de kulağına gelmişti. Ve onlar da bunun üzerine büro kiralayarak, kâğıt üzerinde holdingler kurdular. Ve ardından Kombassan Holding’in yaptığı gibi, “bu kadar fabrikamız var” diyerek cemaate dönük yoğun bir propaganda çalışmasını yürüttüler ve Almanya’da para topladılar. Zaman içinde holdinglerin sayısı 100'e yükseldi. Bunların içinde sadece 3 veya 4 holdingin fabrikaları mevcuttur. Diğerleri sadece para toplama amacıyla kurulan paravan holdinglerdi. Daha sonra bu holdingler kâr payı konusunda birbirleriyle inanılmaz bir yarışa girdiler. Örneğin Haşim Bayram, yüzde 30 kâr payı veriyorsa, onlar da yüzde 40 pay vermeye hazırdı. Hatta yüzde 80 teklif edenler dahi vardı. Zaman içinde bu durum öyle bir hâl aldı ki, birçok imam, müezzin ve başkan bir holdingin temsilcisi konumundaydı. Örneğin cemaatten bir kişi, kâr payını öğrenmek için, hem imam, hem müezzin hem de başkandan bilgi alırdı. Ve ona göre parasını yatırırdı. Oysa bundan önce holding ile ilgili bir fizibilite çalışması yapıp, fabrika veya yatırımlar konusunda araştırması gerekiyordu. Fakat bu yapılmadı. İnsanlar sadece, “siz ne kadar veriyorsunuz” sorusuna endekslendi. Hayali fabrika ve tesislerin resimlerinin bulunduğu binlerce broşür, katalog basılıp, dağıtıldı.
Sonuç olarak; Almanya’da yaklaşık 50 milyar markın (25 milyar Avro) camilerde toplandığını biliyorum. Ve bunun günahı kesinlikle Milli Görüş Genel Merkezi'ndeki idarecilere aittir. Çünkü Genel Merkez’in onayı olmadan, hiçbir holding camilere adım dahi atamazdı. Yani hiyerarşiye göre, bir holdingin camiye girmesi için Genel Merkez’den izin istemesi gerekiyor. Tabii iznin çıkmasından önce de, Genel Merkez karşılığını alıyor. Ondan sonra örneğin Berlin bölgesine gelip, oradan da onay alınıyor. Tüm bunlar gerçekleştikten sonra, holdinglere cami izni çıkıyor. Tabii ki camiler de kendi payını alıyor. Ve burada öyle bir tablo çıkıyor ki, örneğin holding, yardım amacıyla bir camiye 10 bin Avro verdiğinde, bunu duyan bir diğer cami de holdingi davet ediyor. Tabii ki o camiye de 10 bin Avro veriyor. Ancak burada önemli olan ve gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek var ki, holdinglerin 10 bin Avro karşılığında, 1 milyon Avro’yu toplamasıdır. Yani kısacası camiye 10 bin Avro veriyor ve cemaatten 1 milyon Avro alıyor.
- Size de Holding temsilciliği teklifi geldi mi?
Tabii ki bana da talip oldular. Özellikle Endüstri Holding. Bana, “Almanya’da bize bir sigorta şirketi kur, sana 7 bin 500 Mark maaş ve bir araba vereceğiz” dediler. Bu teklif tabii ki bana o dönemde çok cazip gelmişti. Bunun üzerine Konya’ya gidip, fabrika dedikleri yerlerini gördüm. Bu arada diğer holdinglerin tesislerini de görme imkânım oldu. İki hafta sonra tekrar Almanya’ya döndüğümde, buradaki arkadaşlara, bunların holding olmadıklarını, hepsinin paraya dönük çalışan paravan şirketler olduğunu ve sahtekâr olduklarını belirttim. Hatta bu konuyu ele alan ve Milli Görüş Genel Merkezi'ne sunmak üzere bir rapor hazırladım ve para akışın derhal durdurulması gerektiği yönünde uyarıda bulundum. Onlar da, “Bu senin bileceğin bir iş değil, bizim bileceğimiz bir iştir. Karışamazsın” diye yanıt verdiler.
Daha sonra Türkiye’de Anayasa kitapçığının atılması gündemi çalkalarken, bir kriz yaşandı. Yine o yıllarda Almanya da özellikle Doğan Holding yoğun bir yayın yaptırarak, bu holdinglerin “kartopu” olduğunu, şirketlerin (aslında) bulunmadığını belirtti ve para akışını durdurdu. Bunun üzerine cemaat de, yeni yatırımlar yapmaktan vazgeçti ve böylece “kartopu sistemi” patladı. Çünkü bunlar, Berlin’de topladıkları paraların kâr payını Hamburg’a dağıtıyorlardı. Oradan topladığı paraların kâr payını da Münih’e veriyorlardı. Yoksa hiçbir şirket, yatırdığınız paranın yüzde 30 veya yüzde 40’ını bir yıl sonra veremez. Ancak bunlar topladığı paralarla sahte kâr payı dağıttılar ve çok daha sonra ortaya çıktı ki, ortada ne kâr payı, ne de başka bir değer vardı. Hepsi iflas etti. Son olarak da, bildiğiniz gibi Jet-Pa ortaya çıktı ve onlar da çok aşırı gitti. Bugün cemaat maddi olarak çok perişan ve sefil durumda. Öyle insanlar tanıyorum ki, varını, yoğunu bu işe yatırdı ve her şeyini kaybetti. Bu olaylardan dolayı intihar girişiminde bulunan insanlar oldu. Erkeklerinin paraları bu şekilde kaybetmesinden dolayı eşleriyle kavga eden, ayrılan, boşanan ve dağılan aileler oldu. Ayrıca çocuklarının gelecekleri ellerinden alınmış oldu. Yani fakirleştirilen Türk ve Müslüman cemaati. Bugün bu bahsettiğimiz insanların çoğu artık devlet yardımıyla yaşamını sürdürüyor ve paralarının geri alınması artık imkânsız görünüyor.
Şimdi Milli Görüş Genel Merkezi, yaşanan bu durumdan hiç haberi yokmuş gibi, suçsuz ve sessiz davranıyor. Oysa bu holdinglerin soyguncu olduklarını çok iyi biliyorlardı. Fakat buna rağmen bu holdinglerin cemaatin içine girmesine müsaade etti.
Burada daha vahim olay ise devlet kamu görevlilerinin cemaatin bu Holdingler tarafından dolandırılmasında bilinçli bir şekilde seyirci kalmasıdır. Oysa ki yetkili kurumların bu soygundan kesin haberi vardı. Örneğin bir kişi normal şartlarda eline çanta alsa izinsiz birkaç yüz Avro para toplamaya kalksa ertesi gün karşısında maliye yetkililerini, polisi görür. Yani izinsiz para toplamaya asla müsaade etmezler. Ama nedense soyulanların Müslüman olması nedeniyle seyirci kalındı. Çünkü Müslümanların maddi olarak gelişmesi ve elit toplum olması istenmez. Bunun için de bu olaya seyirci kalmıştır.
Onlarca kez Maliye'ye, savcılıklara ve özellikle izinsiz para toplama ile ilgili yetkili daire olan BAFIN’e holding vurgunu için suç duyuruları, dilekçeler yazdım. Bu makamlar suç duyurularımı işleme koyup tahkikat yapmadı, çünkü bilinçli bir şekilde Müslümanların soyulmasını isteniyordu. Bu dediklerim belgeli ve ispatlıdır. Şu anda belgeleri sunabilirim. Hatta ben bu belgelere dayanarak yetkililerin cemaatin soyulmasına seyirci kalıp kalmadığından dolayı bir hukuk profösörüne bilirkişi raporu hazırlattım. Raporun sonucunda yetkili kurumların sorumlu olabileceği ve mağdurların haklarını bu kurumlara karşı aramaları tavsiye edildi. Bu konuyla ilgili Alman devlet kanalları ARD ve ZDF benimle röportaj yaptılar bu röportajlarım yayınlandı. Sonuçta bu mücadelemde benim tutuklanmalarım ile baltalanmış oldu.
Sonuç olarak şunu da belirtmek istiyorum, olayı daha önce çözüp, deşifre ettiğim için, vicdanen rahatım. Bundan dolayı da kendimi vicdanen çok rahat hissediyorum. Çünkü hem Milli Görüş Merkezi ve cemaate, hem de yetkili devlet kurumlarına gerekli uyarıları yaptım. Ancak cemaatimizi bu duruma düşürenlerle pek şans gözükmese bile mücadelemi sürdüreceğim.
Camilerde toplanan yardımların, daha doğrusu paraların, cemaatin dini duygularını kullanarak toplandığını daha önce belirtmiştim. Dikkat edersiniz, bu bahsettiğimiz holdingler Almanya’da paraları nasıl topladılar? Bunlar, yani holding yöneticileri “Allah, Peygamber” diyerek bu kadar milyar Avroları topladılar. Özellikle faizin haram olduğunu, bir dirhem faiz alanın kendi öz annesiyle Kâbe’nin içinde zina yaptığı hadisini okuyarak para topladılar. Ve bu konuda da maalesef çok başarılı oldular. Yoksa bunlar cami dışında asla böyle bir miktarı toplayamazdı. Kaldı ki hiç kimse de bunlara inanmazdı. Fakat belirttiğim gibi, en kutsal değerlerimizi ağızlarına alarak bu paraları topladılar.
“Biz İslâm’a hizmet için fabrikalar kurduk” vs. dediler. “Afrika, Afganistan, Filistin ve buna benzeri ülkelere yardım gönderdik” dediler. Oysa Holgingler ve çeşitli ülkeler için toplanan yardımların, paraların haddi hesabı yoktur. Bu paralar ve yardımlar sürekli cemaatin dini duyguları suîistimal edilerek, kullanılarak toplandı ve esas amaçları için hiçbir zaman kullanılmadı. Oysa en kârlı silah tüccarlığında dahi karşılığında bir ürün alırsınız. Din tüccarı ise ürün olarak cennet ve cehennemi satar ve insanların dini duygularını sürekli istismar eder.
Alman okullarında ‘İslam din dersinin okutulması’ davası kamuoyunda geniş yer tutmuştu. Bize bu davanın tüm süreçleri hakkında bilgi verir misiniz? Karşılaştığınız zorlukları anlatır mısınız?
Dava, 1980 yılında açılmıştı. Ben 1990’da davayı aldım. Bu davayla ilgili, deyim yerindeyse, umutlar tükenmişti. Sonuçta 1999’da Yüksek İdare Mahkemesi’nde davayı kazandım ve Berlin’in ilkokullarından lise sona kadar Müslüman çocuklara, İslâm Federasyonu vasıtasıyla din dersi verilme hakkını elde ettim. Bu sonuç hem Türkiye’de, hem de Almanya’da büyük bir şok yarattı. Alman makamları “bu mahkemenin vermiş olduğu bir karardır, karışamayız. Biz idare ve yürütme olarak reddettik. Hatta 19 yıl davayı ertelettik. Ancak 19 yıl sonra Yüksek İdare Mahkemesi bu hakkı verdi. Tabii ki biz bu karara itiraz edeceğiz. Olayı, Federal İdare Mahkemesi’ne götüreceğiz” minvalinde bir açıklama yaptı. Daha sonra söylediklerini yaptılar. Karara itiraz ettiler ve davayı Federal Danıştay Mahkemesi’ne götürdüler. Hatta Berlin Yüksek İdare Mahkemesi’nin kapatmış olduğu temyiz yolunu açmayı bile başardılar. Ancak 2000 yılında Federal Danıştay Mahkemesi, altı saatlik bir duruşma sonucunda kararını verdi ve haklılığımızı kat kat vurgulayarak bir kez daha teyit etti. Ancak Berlin Eğitim Bakanı, daha doğrusu Berlin Eyaleti kararı uygulamadı, yani İslam Federasyonu’nu, kesinleşmiş mahkeme kararı olmasına rağmen okullara bırakmadı. Kanuni boşluk bulduklarına inanıyorlardı. Öyle ki, devlet, mahkeme kararlarını uygulamadığı zaman, sadece 2 bin mark para cezası öder ve böylece olay kapatılır diye düşünüyorlardı. Gerçekten de böyle bir kanuni madde vardı. Ben özel hukuk kurallarının uygulanması gerektiği itirazından hareketle para cezasının 500 bin marka çıkarılmasını talep ettim. İtirazım mahkeme tarafından kabul gördü. Eğitim Bakanı hakkında, kesinleşmiş mahkeme kararını uygulamadığından öncelikle ‘200 bin DM ceza ödemesi, ödemediği takdirde 6 ay hapis yatmasını’ acil mahkemeden talep ettim. O tarihte bu olaylar basında geniş yankı buldu ve bir ilk yaşanmıştı.
Sonuçta okullara böyle girdik. Başka çareleri de kalmamıştı. Berlin Eyaleti’nde din dersi verme hakkı devlete değil, dini cemaatlere aittir. Din dersi tamamen kiliseler ve dini cemaatlerin kontrolündedir. Devletin dersi kontrol etme hakkı kesinlikle hukuken yoktur ve müfredata da karışamamaktadır. Korkuları da zaten buydu. Mahkeme heyetine “Okul idaresi her an istediği zaman habersiz derslere katılabilir, rapor tutabilir ve aynı zamanda hazırlayacağımız müfredatlar için de Eğitim Bakanı’nın onayını alacağımızı taahhüt ederiz” dedim. Bu taahhüt böylece mahkeme tutanaklarına geçti. Hem Eğitim Bakanlığı yetkilileri, hem hâkimler, özellikle basın bu benim taahhüdümle şaşkına döndüler ve çok olumlu tepkiler verdiler. Artık İslam Almanya’nın bir gerçeği olmuştu.
- Din dersiyle ilgili ilk gününüzü anlatabilir misiniz? İlgi ne düzeydeydi?
Biz öncelikle iki okulda din dersi vermeye başladık. Okula vardığımızda bizi büyük bir basın ordusu ve öğretmen topluluğu karşıladı. Hatta teleziyonlar, kameralar hazır vaziyette bekliyordu. İslâm Cemaati ve İslâm Federasyonu'nu tanıttıktan sonra, öğretmenlerden gelen soruları yanıtladım. Yanımızda sürekli bir basın ordusu olduğu için bazı endişelerim vardı. Örneğin, kendi kendime ‘ya öğrencilerin derse ilgisi zayıf olursa’ diye söyleniyordum. Çünkü basın bunu çok olumsuz kullanacaktı ve ellerinden gelirse “din dersine ilgi ve rağbet yok” diye manşet atacaktı. Yoksa neden bu kadar kalabalık bir basın okulda hazır bulunsun ki...
Daha sonra öğretmen sınıfa dönük, “Kim katılmak istiyor” diye sordu. Endişeler tabii ki devam ediyordu. Ancak öyle bir ortam oldu ki, tüm Müslüman öğrenciler ellerini kaldırarak, “Ben, ben, ben” diye bağırdı. Hatta bazı sınıflarda Alman öğrenciler dahi ilgi göstermişti. Ancak cemaat olarak almış olduğumuz karara göre, şu anda dersin sadece Müslüman öğrencilerini kapsadığını belirttik. Tabii biz şimdi “Almanların da İslâm din dersine katılmasını” sağlayacağız biçiminde bir karar alsaydık, bize “öğrencileri devşiriyorlar” diye suçlama yapacaklardı.
- Şu andaki fiili uygulama nasıl?
Şimdi bu hak ilkokuldan lisenin son sınıfı kapsıyor. Şüphesiz Almanya’da ilahiyat fakülteleri olmadığı için, kaliteli eleman bulma zorunluluğu var. Biz de talep gelen okullarda bu dersi veriyoruz. Fakat bizim amacımız, İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, yani kamu tüzel kişiliği hakkını Federal Almanya’ya tanıtmaktır. Bu açıdan daha nihaî amacımıza henüz ulaşmış değiliz...
Tabii ki bu eğitimin maddiyat boyutu da var. Çünkü devlet bu dersin yüzde 90’ını finanse ediyor. Yüzde 10’unu cemaat karşılamak zorunda kalıyor. Maalesef İslâm din dersi, resmi okul karnesine işlenmiyor. Ancak her öğrenciye, eğitim dönemi sonrasında bizim tarafımızdan sertifika veriliyor.
- İslamî eğitimin okullarda verilmesi konusunda belirgin kaygı Mili Görüş olabilir mi? Almanya’nın Milli Görüş’e bakış açısı neydi?
Milli Görüş, Verfassungsschutz, yani Anayasa Koruma Dairesi / İstihbarat Teşkilatı’nın hazırladığı yıllık istihbarat raporunda geçiyordu. Ayrıca Milli Görüş’e bağlı kurum-kuruluşlar da bu raporlarda yer alıyordu. Tabii ki raporlarda yer alan ifadelerden dolayı benim çalışmalarım, deyim yerindeyse, baltalanıyordu. Projeler hazırlıyordum ve bunu değişik mercilere sunuyordum. Ancak sürekli, “Siz Milli Görüş’e bağlısınız. Milli Görüş’ün bir yan kuruluşusunuz. Sizinle çalışamayız” sözleriyle karşılaşıyordum.
İslâm Federasyonu, istihbarat tarafından izleniyordu ve bu durum istihbarat raporlarında da yer alıyordu. Ve biliyorsunuz bu durumda izlenmek, anayasaya düşman olduğunuzu gösteriyor. Tabii ben göreve gelir gelmez bu duruma el attım. Federasyonu raporlardan çıkarmak ve izlenmesine son vermek için, Verfassungsschutz’a (Anayasa Koruma Dairesi / İstihbarat Teşkilatı) durumu izah eden bir itiraz dilekçesi yazdım. Dilekçede İslâm Federasyonu’nun amaçlarının yanı sıra, Almanya kanunları çerçevesinde çalıştığını, buradaki anayasayı kendi anayasası olarak kabul ettiğini, aşırı faaliyette bulunmadığını ve amaçlarını sadece hukuk çerçevesinde gerçekleştirdiğini yazdım.
Yaklaşık üç ay sonra Verfassungsschutz’tan cevap geldi. Yazıda, gönderilen dilekçenin dikkate alındığını, samimi olduğumuza inandıklarını, izlemeyi derhal durduracaklarını ve istihbarat raporlarında artık işlenmeyeceğini belirttiler. Bu olay tabii ki cemaat tarafından çok büyük bir başarı olarak karşılanmıştı ve böylece Alman kurumlarıyla çalışmalarımızda büyük bir engel de kalkmış olmuştu. Ancak 11 Eylül sonrası ne yazık ki Milli Görüş yeniden Alman istihbaratının merceğinde yer almaya başladı.
Yarın: Prof. Vural Milli Görüş'ten nasıl koptu, neden tutuklandı, nasıl aklandı?
Koskoca bir tarih… Bugün biri kongrede çıkıp bunlardan söz etse, ‘bir çıkarcı daha geliyor’ kaygısı ve şüphesi uyandırır. Niye çünkü hepsi bu diskuru tekrar ederek Beşiktaş’ı acz içinde bırakıp gitti. İşte en büyük tahribat da buydu
Yapıcı eleştiri, değişimi tetikler. Bunu yapmak her Beşiktaşlının görevi olmalı. Bir başka görev ise hiç kuşkusuz geçişte yaşanan olumsuzlukları unutmamak olur
Ligi yine ezeli rakipleri domine edecek, Beşiktaşlıları bu defa Türkiye Kupası da tatmin etmeyecek
© Tüm hakları saklıdır.