Maç günü forma üzerimde sabırsızlıkla maç saatini bekledim. İşyerinin adabında forma giymek olmasa da giydim. Üzerimdeki müstehzi gülümsemeleri görmezlikten geldim.
Forma ile dolaşırsanız işiniz kolaylaşıyor! Örneğin Fenerlilerin birkaç hafta önceki galibiyeti ve dahi seriye bağlanmış kaderimizi hatırlatıp, “6. mağlubiyete hazır ol” türü takılmalarına katlanmak zorunda kalıyorsunuz. Önceden “ama” diye başlayan itiraz cümlelerimizi futbolcu kardeşlerimiz fena halde yedirttiği için mütevekkil bir gülümseme ile idare etmek durumunda kalıyorsunuz. Ama içten içe “ulan, bu sefer görürsünüz” demeyi de sürdürüyorsunuz.
Maç saati yaklaştıkça sabırsızlığım da arttı. Beşiktaş Çarşı’da dostlarımla maç seyredecektik. Rakının mezesi balık, maçın keyfi de birlikte heyecanlanmak, bağırmak, üzülmek ve öfkelenmek değil miydi?
Kös kös evin yolunu tuttum
Maça 2 saat kala oğlumun hastalandığı ortaya çıktı! Annesi en mahzun ses tonunu takınıp “Öksürüyor, hep seni soruyor” deyince makûs talihim de belli olmuştu. Kös kös evin yolunu tuttum. Bir koltuğa çöreklenip maç saatini beklemeye başladım. Annelerinin bütün iletişim çabalarını ısrarla savuşturdum. Kızıyordum, ama belli de etmemeliydim. Ne de olsa “ama çocuğumuz” diye başlayan cümledeki “hain baba” olmayı da istemiyordum.
Ve kader ağlarını örmeye devam ediyordu. Maçın başlamasına bir iki dakika kala kızım ve destekçisi oğlum çizgi film izlemeye karar verdi. Hem öksürüyor, hem de film izlemek istiyordu! Mecburen kumanda aletini de evlatlarıma verip, evin iç bölümlerindeki cızırtılı bir televizyona ricat ettim. Artık hayattan nefret ediyordum!
Sonra eşim yüzündeki en anlayışlı anne ifadesiyle sıkı sıkı kapattığım odaya geldi ve tarihi cümlesini sarf etti. “Gidebilirdim, oğlumu uyutmaya gelmem yeterliydi”
Hızla evi terk ettim
Kimse bu kararı değiştiremesin diye hızla evi terk ettim. Lokantaya gittiğimde Beşiktaşımız ilk golü atmıştı bile. Yani huzur içinde masadaki yerimi aldım.
Masadan da söz etmeliyim. Lokantanın en çok kadın bulunduran masası. Ayrıca masada çok sevdiğim bir oyuncu, bir operacı, bol miktarda gazeteci ve bir anchorman var. Hepsi bağırıyor. Keyifler iyi. Galibiz.
Sonra Fener bir gol attı. İşin kötüsü bastırıyor. Ağzımızı bıçak açmıyor. Hakemin bütün takdir haklarını Fener’den yana kullanmasını çaresizlik ve öfke ile izliyoruz. İlk devre bitti ve biz de kurtlarımızı bir güzel döktük. Stat kapanır diye söyleyemediğimiz bütün şarkı, türkü ve tezahüratları son kıtasına kadar söyledik. Bilen bilir, mesela “portakal soyulur mu” neredeyse 20 kıta söylendi!
İkinci yarı başladığında gazımızı almıştık. Maç başladı ve 2. gol… Üstelik taş gibi oynuyoruz. Sonra 3. gol… İp kopmuştu artık kupa bizimdi. 4. golden sonra düş aleminin içindeydik. Hakemin –ertesi gün bütün yazarların söz birliği ettiği- dandik penaltısına kızamadık bile. Kupa bizimdi.
Eve gittim, ama ayakkabımı çıkarmadan geri döndüm!
Sonra Kara Kartalımızın olduğu meydanda ve ardından Kazan’ın orada kutlamalara devam ettik. Beşiktaş mahşer yeriydi. Ağustostan bu yana çektiğimiz çilenin ilk meyvesiydi. Bu arada eşim, oğlumun uyutulması görevini hatırlattı. Kan ter içinde eve gittiğimde uyuduğunu öğrenerek, ayakkabımı bile çıkarmadan kendimi yeniden semtimize attım.
Şimdi sesim kısık. Yüzümde bu defa bilgece bir gülümseme ortalıkta dolaşıyorum. Eğer şampiyon olursak onu da yazarım. Çünkü o gece hiç eve gitmeyeceğim…